SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE KALMIŞ SİYASET ANLAYIŞIMIZ

Onur Olguner

 

Çoğu kez ülkemizde atılması gereken adımlardan bahsettiğimizde, bu adımların atılmamasına gerekçe olarak “tanınmamışlık” ve “adada çözüm olmayışı” gibi argümanlarla karşılaşırız. Bahanemiz dünyadan kopuk olmamızdır.

Halbuki bizler dünyadan kopuk olduğumuzu ne kadar düşünürsek düşünelim, insanoğlunun içinden geçtiği dönemsel, ekonomik ve sosyal akımların etkisinden kopuk değiliz.

1974 sonrasını örnek alalım mesela. O güne kadar toplum olarak var olmuş Kıbrıslı Türkler, pek de hazırlık yapmadan bir anda kendilerini bir devlet kurmakla, yürütmekle ve sürdürmekle sorumlu halde buldular. Bunu başardılar mı diye soracak olursanız, bu cevap için kurduğumuz devletteki kurumlara bakmak yeterli olacaktır.

Tabii 70’ler ve 80’ler döneminde dünyada farklı bir anlayış hakimdi. Devletler tüm hizmetleri kendi bünyelerinde karşılıyordu. Avrupa Birliği ve pek çok modern ülkenin bugün yaptığı gibi kamu denetleyici pozisyona geçmemiş ve hizmet alımlarıyla ihtiyaçlarını karşılar bir sistem oluşturmamıştı.

Bizler de 70’lerin kamu yönetim anlayışından etkilendik ve devletimizi istihdamlarla güçlendirerek hizmet verir duruma getirmeye çalıştık. Ama bu yazıda asıl odaklanacağımız konu devletin kamu yönetim anlayışının zamanla değişmemesi değil, siyasetimizin takılıp kaldığı dönemle ilgili olacak.

Düşünün ki dünyada bir soğuk savaş var. İnsanoğlu iki kutuba ayrışmış, harıl harıl çekişiyor ve çoğu kez de savaşın eşiğine geliyor. Berlin Duvarı yıkılmamış, Sovyetler Birliği henüz dağılmamış. Dünya sosyalizm, kapitalizm ve temelde sağ ile solun en belirgin olduğu dönemde sürekli 3. Dünya Savaşı konusunda flört ediyor.

Sağ ile solun bu kadar keskin ve global olarak çatıştığı bir dünyada Kıbrıs siyasetinin, ardından da KKTC siyasetinin sağ ile sol arasında kutuplaşması gayet doğaldı.

Doğal olmayan sanki 28 yıl önce hiçbir şey değişmemiş gibi bizlerin aynı sağ ile sol anlayışı ile siyasetimizi yoğurmamızdır. Biz aynı anlayıştayken dünya artık çok daha büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunun farkına varmıştır.

Artık kapitalizm ve sosyalizmin birbirinin en büyük düşmanı değil. Bugün insanoğlunun en büyük düşmanı KENDİSİDİR.

70.000 yıllık Homo Sapien türü  ve milyonlarca yıllık Dünya gezegeni tehlike altındadır. Ve bu tehlike artık bir şehir efsanesi değildir. Küresel ısınma, çölleşme, insanoğlunun ve diğer canlıların yok olma tehlikesi gayet açık bir şekilde ortadadır.

Bu yüzden 2015 yılında dünyanın neredeyse bütün ülkeleri Paris Antlaşması'nı imzalamışlardır. Hedef ise bellidir: 2030 yılına kadar karbon salınım değerlerini %40 oranında düşürmek.

Bizler ise sağ ve sol olarak 100 yıl öncesi siyasi anlayışa öyle bir odaklanmışız ki bugün insanoğlunun hayatta kalma mücadelesine aynı derece duyarsızız. Partisel politikalar olarak bu konulardan bihaberiz. Ve bihaberliğimiz ise insanoğlunun zararına ortak olmamıza sebep oluyor.

Şu anda yazıyı okuyan bazı arkadaşlarım abarttığımı ve demagoji yaptığımı düşünüyor olabilir. Bu sebepten dolayı bazı yaklaşımlarımızın dünyaya nasıl zarar verdiğini birkaç örnekte anlatmaya çalışacağım.

ELEKTRİK ÜRETİMİ

Karbon emisyonu bakımından dünyaya zararlı en kötü alışkanlığımız mazot yakarak enerji üretme konusundaki ısrarımızdır. Bizler elektrik üretimi yaparken  Kıb-Tek’in ve Kıbrıslı Türklerin varoluş mücadelesini düşündüğümüz için doğaya ciddi anlamda zarar veriyoruz. Mazot yakarak ürettiğimiz elektriği alternatif enerji ile dengeleyecek enterkonnekte sisteme ise politik sebeplerle karşı çıkıyoruz.

Halbuki sorgulayabiliriz: Kıb-Tek kapatılabilir, Kıbrıslı Türk toplumu de yok olabilir ve bu tehlikelerin hiçbiri şu anda dünyanın karşı karşıya kaldığı küresel ısınma tehlikesiyle denk değildir. Yanına bile yaklaşamaz.

Bu tehlikelerin hiçbiri Afrikalı Aborjin kabilesi ilkelliğinde elektrik üretmekten vazgeçmeye engel değildir, olmamalıdır.

Hem bu değişimi başlatmalı hem de elektrik kullanım alışkanlıklarımıza da çekidüzen vermeliyiz. Buzdolabı, çamaşır makinesi veya ampul alırken nasıl ki A+++ sınıflı enerji tasarruflu ürünleri seçiyorsak, binalarımızı da bu şekilde tasarlamamızı sağlayacak "Yapılarda Karbon Salınım Sınıflandırmaları" uygulamasına da geçmeliyiz.

TOPLU TAŞIMA

“Bizim ülkede toplu taşıma çalışmaz.” cümlesi eskiden çok duyduğumuz bir cümleydi.

Toplumun toplu taşıma konusunda bilinçlenmesiyle bu cümleyi artık daha az duyuyor olsak da maalesef siyasi partilerin içindeki zihniyet değişmedi.

İktidarda şu anda bulunan “ezber bozucu” siyasi partilerimiz bile bu konuda yıllardır iktidarda olan “statüko” partilerinden farklı davranmıyor.

Avrupa Birliği toplu taşıması olmayan şehirlere yaptırımlar uygularken ve geriye kalan araçlarında ise elektrikli araba kullanımına geçmek için yasalar çıkartırken bizim bu “alışkanlığımız” artık kabul edilebilir değildir.

Bireysel araç kullanımı dünyadaki en büyük karbon salınım faktörlerinden birisidir. Toplu taşıma sistemlerini kurmak artık bu ülkedeki tüm partilerin birincil önem sırasına girmelidir.

BETON ÖRTÜ DEĞİL ORMAN YARATMALIYIZ

Avrupa Birliği ormanlarını 25 yılda 11 milyon hektar genişletti.  AB bu ormanlar sayesinde yıllık karbon salınımını %10.9 oranında pansuman edebiliyor. İşte tam bu noktada artık şehirlerimizde uyguladığımız ‘yukarıdan bastırıp yanlara doğru patlama’ anlayışımızın büyük bir sıkıntı olduğunu fark etmeliyiz.

Son 25 yılda şehirlerimiz yanlara doğru Hamitköy’ü, Yenikent’i, Lapta’yı, Alsancak’ı ve Beylerbeyi’ni alarak büyüdü. Toprak alanlar azaldıkça ormanlaştırabileceğimiz bölgelerimiz azaldı. Ve daha da kötüsü başkent şu anda Alayköy ve Mesarya’yı da içerisine katarak büyümeye devam etme tehlikesiyle karşı karşıya.

Halbuki unutmamalıyız ki bizler bir ada ülkesiyiz. Bir ada ülkesi olarak  artık 2-3 katlı beton bina örtüsü değil, ormanlar yaratmalıyız. Bunun için de ihtiyacımız olan yapılaşmayı merkezlerde yükselerek karşılamak ve kırsal kesimlerimizi ormanlaştırmak için ciddi adımlar atmaktır.

Burada bahsettiğim bu üç madde ve bahsedemediğim diğerleri 2004 yılında Annan Planı ile canımızı dişimize takarak girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği'nin temel yapı taşlarıdır. Eğer bizler de modern bir toplum olmak ve insanoğlunun hayatta kalma mücadelesine katkıda bulunmak istiyorsak, artık Soğuk Savaş döneminde kalmış siyaset anlayışımızı güncellemeli ve üzerimize düşen görevleri yapmaya başlamalıyız.

Çünkü bizler sadece Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıslı Türkler değil, aynı zamanda dünyada yaşayan Homo Sapienleriz!