Münür Teralı
mnrtrl@hotmail.com
Siyasi partiler, dernekler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar; toplumda karşılaştığımız örgütsel yapılanmalardandır. Bu örgütlerin her biri kendi örgütsel ekosistemine sahiptir. Kimi zaman birbirlerine çok benzerken, kimi zaman birbirlerinden farklılaşırlar. Bu yazının konusu sendikaların örgütsel işleyiş mekanizmaları hakkındadır.
Bugünkü sendikalara benzeyen ilk sendikal örgütlenmelerin 1700’lü yılların başında, sanayi toplumunun ilk olarak şekillendiği yer olan İngiltere’de ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Ülkemizde ise ilk sendikaların 1930’lu yılların başında örgütlendiği görülmektedir. Uzun geçmişlerine rağmen sendikalar toplum içerisindeki yerlerini korumaktadırlar. Korumaktadırlar ancak, temsil ettikleri zümreleri ve toplumu harekete geçirme, inandırma, örgütleme konularında giderek zorlandıkları görülmektedir. Buna bağlı olarak da işveren ve devlet karşısında giderek güçsüzleşmekte, bırakın yeni haklar kazandırmak, mevcut hakların korunması bile imkansız hale gelmektedir. Bu durumun en büyük sorumluları, sendika bürokratlarıdır.
Sendikal mücadelede tam bir tez/anti-tez durumu söz konusudur. Buradaki tez, devlet ve sermaye ikilisidir. Tam karşılarında ise anti-tez olarak sendikalar bulunmaktadır. Devlet ve sermaye; ekonomik gücü, üretim araçlarını, yasa yapma gücünü, basını kontrol eder ki, bu da çok fazla güç demektir. Devlet ve sermaye ikilisi kesinlikle birbirinden farklı düşünülmemelidir. Bunların karşısında olan sendikaların da tek gücü, üyelerini ve toplumu örgütleyebilme, harekete geçirebilme potansiyelleridir.
Sermaye sınıfının tek bir amacı olduğu herkes tarafından bilinmektedir; karını artırmak. Bu amaca giden her yol mübahtır. İşçilerin ve emekçilerin durumu önemsizdir. Yeter ki patron daha fazla para kazansın. Devleti yöneten siyasiler için de durum farklı değildir. Tek amaç iktidarda kalmak ve devlet olanaklarını kendi karına dönüştürmektir. Ve evet, bu amaca da giden her yol mübahtır. Toplumun durumu önemsizdir. Yeter ki siyasiler iktidarlarına devam etsin ve rantlarına zeval gelmesin. Bu yüzdendir ki sermaye ve devlet birbirinden farklı düşünülmemelidir. Durum böyleyken, sendikaların önemi ve gerekliliği tartışma konusu değildir. Tartışma konusu olan, sendikaların bu ikili karşısında nasıl mücadele ettiğidir.
Tez/anti-tez ilişkisinden yola çıkarsak, sendikaların devlet ve sermaye karşısında mücadele örebilmelerinin önkoşulu, bu ikilinin tam tersi bir duruş sergilemelerinden geçer. Bu duruş farklılığı ortaya koyulurken hem teorik hem de pratik yönlerine önem verilmelidir. İşte sendikal bürokrasinin, yani sendikaları avucunun içine alan sendika bürokratlarının, mücadeleye zarar vermesi bu noktada kendini göstermektedir. Sendikalar ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin olduğu her yerde ezilenden, sömürülenden yana taraf olmak zorundadırlar. Üstelik örgütlü oldukları emekçileri ve toplumu da buna ikna etmek ve harekete geçirmekle mükelleftirler. Bunu da ancak teorilerini destekleyen pratiklerle başarabilirler. Devlet sermaye ikilisi, insanların algılarını yönlendirecek kadar büyük bir gücü elinde tutar. Bu nedenle emekçiler; patronun iki dudağı arasında, günde 10-12 saat, asgari ücretle (kölelik ücreti), yatırımları yapılmaksızın çalıştırılsa bile sendikalara kötü gözle bakabilecek noktaya getirilirler. Sendikal mücadeleyi kitlelere anlatabilmek, kitleyi ikna edebilmek için bu algı yönetiminin kırılması gerekmektedir.
Toplum, patronların ve siyasilerin kendi çıkarlarından başka bir şeyle ilgilenmediklerini iyi bilmektedir. Özellikle siyasilerin oturdukları koltuklardan kalkmak istememeleri, kendi rantları için uzunca süre o koltukları işgal etmeleri toplum tarafından itici ve samimiyetten uzak bulunmaktadır. Sendikal mücadele bu noktada samimiyetini göstererek varolabilir. Kendi çıkarını düşünen bir patrona veya koltuktan kalkmamak için türlü çeşit hileye başvuran bir siyasiye sendikal bir tepki verileceğinde, bu tepkinin kimin ağzından verildiği önemlidir. Uzun yıllardır sendika yöneticiliği yapan biri bunu eleştiriyorsa, bu durum artık insanlar tarafından samimi bulunmamaktadır. Çok uzun yıllardır, sendikaların yönetim ve yürütme organlarını işgal eden sendika bürokratları, insanlar tarafından siyasilere benzetilmekte, samimi bulunmamakta, dolayısıyla da sözleri dinlenmemektedir. Halbuki sendikalar emekçilerin örgütlü kurumlarıdır. Sendikaların sözü, emekçilerin hep bir ağızdan söyledikleri söz olarak anlaşılmalıdır. Ancak sendika bürokratları bu durumun önündeki en büyük engellerdir. Üstelik sendika bürokratlarını artık sadece toplum değil, kendi sendikalarının üyeleri de inandırıcı bulmamakta, onların samimiyetlerine güvenmemektedir. Bu durum mücadelenin önünü tıkamakta, bu durumu bilen sermaye ve devlet ikilisi mutluluktan dört köşe olmaktadır.
Sendika bürokratı olmanın tek olumsuz yanı, uzun süre sendikaların yönetim mekanizmalarını işgal edip, inandırıcılığını kaybetmek değildir. Bir sendika aktivistini, sendika bürokratına dönüştüren sürece iktidar zehirlenmesi denir. Uzun süre bir sendikanın yöneticiliğini yapan kişi yavaş yavaş iktidar zehirlenmesinden etkinlenmeye başlar. Zamanla kendisini sendikanın vazgeçilmez bir parçası olarak görür. Belki daha da kötüsü sendikayı kendisinin vazgeçilmez bir parçası olarak görmeye başlar. Sendika başkanı, genel sekreteri, örgütlenme sekreteri gibi sıfatları kendi adından önce duymaya alışır. Bunları kendi adının bir parçası olarak görmeye başlar. Dedim ya bu zehirlenme yavaş işleyen bir süreçtir. Yavaş yavaş sendikal işleri en iyi kendisinin yapabileceğine ikna olur. Sendika dışındaki alanlardan giderek uzaklaşır. Sendikada olmak, evde ya da dışarda olmaktan daha iyi gelmeye başlar. Sendikadan dolayı sahip olduğu sıfatlar egolarını şişirmeye başlamıştır. Eskiden eylem yapmayı, slogan atmayı sokakta mücadele etmeyi benimseyen bürokratımız, artık çalışma ofisinde bildiri yazmayı ve toplantılar yapmayı tercih eder hale gelmiştir. Üyelerin örgütlenmesi de artık çok önemli değildir. Bürokratımız nasılsa her şeyin iyisini bildiğinden başka kimsenin fikrine ve emeğine ihtiyacı yoktur. Bürokratımız, sendika üyeleriyle örgütlenme çalışması yapmak yerine basına demeç vermekte veya o şaşalı sıfatların ardına yazdığı ismiyle imzaladığı bildiriler yayınlamaktadır. Böylesi bürokratların yönettiği sendika da giderek merkezileşir ve üyesinden kopuk bir hal almaya başlar. Bu bürokratlar yüzünden sendika ürettiği politikalar konusunda,kendi üyelerini bile ikna etmeyi ve harekete geçirmeyi başaramaz. Bu böyle devam ederse emekçiler sendikaların gerekliliğini sorgular hale gelir, sendikalar üye kaybetmeye başlar, hatta yok olma sürecine girerler.
İşler daha da kötüye gidemez diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. İktidar zehirlenmesinin kaçınılmaz sonucu, iktidarda kalma saplantısıdır. Bürokratımız için zehirlenme süreci tamamlanmıştır. Üyeden kopuk bir şekilde, merkezdeki ofisinde, isminin önündeki unvanıyla ve şişmiş egolarıyla sistemle mücadele ettiğini zannetmektedir. Artık bu duruma muhalif her söz ve her ses onun düşmanıdır. Sendikaların içerisinde bu yanlışlıkları görüp dillendiren üyeler olabilir. Hatta bu yanlışlıklara karşı mücadele eden ve bunları değiştirmeye çalışanlar da olabilir ki sendika bürokratları bundan hiç hoşlanmaz. Sendika içerisinde kurdukları ve mücadeleye zarar veren statükoları sorgulanmaya başlayınca, bürokratlar kendilerini sağlama almak ve statükolarını sürdürmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Öncelikle bunları dillendirenleri ötekileştirmeye çalışacaklardır. Bu ötekileştirme; bir kişi, bir fikir, bir ilişki, hatta cinsiyet üzerinden bile yapılabilir. Bürokratlar, bu kişiler hakkında yalan söylemekten ve iftira atmaktan hiç çekinmezler. Dedikodu mekanizmalarıyla bu kişileri, aslında kişiler üzerinden kendi statükolarını tehdit eden fikirleri yıpratmaya çalışırlar. Bu kişileri sendikanın yönetim organlarından ve karar alma mekanizmalarından uzak tutmak için her şeyi yaparlar. Bu eleştiriler kamuoyu önünde bürokratlara yöneltilince de, “Herkesin içinde bunları konuşmak doğru değil, sendikamızı yıpratır, kendi aramızda konuşuruz.” gibi komik bir cevapla karşılaşabilirsiniz. Bu cümleyi analiz edersek altında yatan anlamları da kolayca görürüz. “Sendika dediğiniz şey zaten benim. Beni eleştirmek sendikayı eleştirmektir. Ben zarar görürsem sendika zarar görür. Herkesin içinde söylemeyin bunları foyamız ortaya çıkıyor. Gelin bana yapın eleştirinizi ki kimse duymasın.” Aslında tam olarak kastedilenler bunlardır.
Sendika bürokratlarını eleştirmeden onların eksik bıraktıkları alanları doldurmaya çalışmak da bir yöntemdir. Ancak sonuçları kaçınılmaz olarak aynıdır. Sendika bürokratı yapısı gereği merkeze çekilmiş ve sendikanın varolduğu tüm alanlardaki çalışmaları kendisi yapmakta ve kararları da kendisi vermektedir. Üyenin sendikaya gelmediğinden ve sahip çıkmadığından dem vurmaktadır ama üyenin sendikal süreçlere aktif katılımı için hiçbirşey yapmamaktadır. Hatta tüm meydan sendika bürokratlarına kaldığı için de bu durum işine gelmektedir. Hal böyle iken sendika içinde alan örgütlenmeleri yapmanın doğuracağı sonuçlar bellidir. Sendika bünyesindeki bu alan çalışmaları; bölge örgütlenmeleri, göç yasası örgütlenmesi, kadın örgütlenmesi, LGBTİ örgütlenmesi, ekoloji örgütlenmesi, iş yeri temsilciliği gibi dallarda kendini gösterebilir. Bunlar, sendikal bürokratların ya hiç çalışmadıkları, ya da sadece kendilerinin belirleyeceği prensiplerle çalıştırdıkları alan örgütlenmeleridir. Bu tarz alan örgütlenmeleri, sendikaların merkeziyetçi yapılarının yerelleştirmesine fırsat veren ve üyesiyle daha yakın olabilmesinin önünü açan çalışmalardır. Sendika Bürokratlarının yürüttüğü ana akım sendikacılığı benimsemeyen sendika üyeleri, bu alanlarda çalışma yaparak, bürokratların yarattığı boşlukları doldurmaya çalışabilirler. Bu alan çalışmaları genelde sendika bünyesinde kurulan komiteler eliyle yürütülür. Komiteler özverili bir biçimde çalışıp kendi alanlarıyla ilgili sendika içerisinde bir alan örgütlenmesi yaratabilirler. Bu oldukça olumlu bir şeydir. Ancak böylesine bir çalışma iyice örgütlenirse alanı büyümeye başlar. Bir yerde bir alan büyürse, bir diğer alan küçülmek zorundadır. Bu durumda küçülecek olan alan ise, sendika bürokratının sendikanın merkezinde kapladığı alandır. Sendika çatısı altında çalışıp, örgütlenip, üreten insanların ve mücadele alanlarının sayısı arttıkça sendika bürokratının yetki alanı giderek daralacaktır. Üretenler ve çalışanlar, karar mekanizmalarına dahil oldukça bürokratların sendika üzerindeki mutlak hakimiyeti de sallanmaya başlar. İşte bu durumda iktidar zehirlenmesi kendini tekrar gösterir. Eleştiri yapmaksızın sendika bünyesinde üretmeye çalışanlar da sendika bürokratının düşmanı haline gelir.
Sendikalar, sendika bürokratlarının eline bırakılamayacak kadar değerli örgütlerdir. Sendikalar, emekçilerin mücadele etmek amacıyla kullandıkları araçlardır. Sendika bürokratları, sendikada bulunmayı kişisel bir amaç olarak görmektedirler. Tüm bunları engellemek ve sendikaları mücadele etmenin bir aracı olarak kullanabilmek için, iktidar zehirlenmesine yol açan durumları ortadan kaldırmak gerekir. Bunun için yapılacak çok şey vardır. Öncelikle sendikaları, sendika bürokratlarından kurtarmak gerekir. Bunun ötesinde yeni sendikal bürokratların ortaya çıkmasını önleyici tedbirler de alınmalıdır. Sendikaların bünyesindeki alan örgütlenmeleri güçlendirilmeli, üyelerin karar alma mekanizmalarına doğrudan katılması sağlanmalıdır. Sendikaların tüzükleri bu fikirler doğrultusunda güncellenmeli ve sendika yöneticiliği yapacak kişiler için zaman sınırlandırması getirilmelidir.
KTÖS Örneği
Ülkemizdeki birçok sendika, maalesef iktidar zehirlenmesinden muzdarip sendika bürokratlarının kontrolündedir. KTÖS’ün yakın zamanda gerçekleştirdiği genel kurulunda yaşananlar bu yazının konusuyla doğrudan ilgili olduğundan, incelenmesi yerinde olacaktır. Ancak bu, sendika bürokratları sadece KTÖS’de vardır anlamına gelmez. Öyle ki, tüm sendikalardaki sendika bürokratları, söylem ve eylem boyutunda bir birlerinden farklılıklar gösterseler de iktidarlarını korumak ve statükolarını sürdürmek konusunda tam bir yöntem birliği içerisindedirler.
Bildiğiniz üzere 27 Mayıs 2017 tarihide, KTÖS 41. Olağan Genel Kurulu’nu gerçekleştirmiştir. Bu genel kurulda 30 kişilik yönetim kurulu belirlenmiş ve yeni tüzük önerisi oylanmıştır. KTÖS genel kurulları, 30 kişilik yönetim kurulu adaylığına 30 kişilik liste veya listelerle seçim yapmaya alışmıştır. Ancak bu kez 42 kişilik bir çarşaf liste ile seçime gidilmiş ve bu adaylardan 30’u yönetim kuruluna seçilmiştir. Bu ilk başta oldukça demokratik bir yöntem olarak algılanmış ve mutlulukla karşılanmıştır. Ancak olayın farklı boyutlarının olduğu seçim sonuçları kesinleştiğinde farkedilmiştir.
Bu seçimlerde, KTÖS’ün yönetim ve yürütme kurullarında görev yapan bazı kişiler 30 kişilik yönetim kurulunun dışında kalmışlardır. Yönetim kurulu dışında kalan bu kişilerin, sendikanın geleneksel ve merkezi yapısına muhalefet eden, alan örgütlenmeleri konusunda çalışmalar yapan ve sendikanın yürütme kurulunda daha çok değişimi savunan kişiler olması oldukça manidardır. Tüm bu çalışmalar sendika bürokratlarını rahatsız etmiş, alanlarını daraltmış ve statükolarını tehlikeye sokmuştur.
Genel kurula 42 kişilik çarşaf listeyle gidilmiş, üyelere demokratik anlayışla rekabetsiz ve bir bütün olarak seçim yapılacağı izlenimi verilmiştir. Ancak yeni düşmanlarını bulan sendika bürokratları, tehlike olarak gördükleri bu kişilerin yönetime girememesi için kapalı kapılar ardında çalışmaya başlamışlar, çeşitli yalan, manipülasyon, iftira ve ötekileştirme yöntemlerini kullanarak bu kişileri yönetim kurulu dışında bırakmayı başarmışlardır. Üstelik tüm bunları dedikodu mekanizmalarıyla gizli gizli yaptıklarından, buna maruz kalan kişiler de kendilerini savunma veya düşüncelerini ifade edebilme fırsatı yakalayamamışlardır.
Sonuç olarak KTÖS’deki sendika bürokrasisi, kendine ayak bağı olabilecek, statükolarını tehlikeye atabilecek kişileri; aslında bu kişiler üzerinden fikirleri, sendikanın karar alma mekanizmalarından uzak tutmayı başarmıştır.