Sosyal medya, cinsiyetçi söylemin ters yüz edilerek dolaşıma sokulduğu, son derece yaratıcı bir kampanyayla çalkalanıyor. “Erkek yerini bilsin” hashtagiyle yapılan paylaşımlar, tamamen “organik” bir biçimde hızla yayılıyor. Tema, günlük hayatımızda sıklıkla karşılaştığımız, kadınlar için kullanılan ayrımcı dilin erkeklere uyarlanması.
Cinsiyetçi dil erkek egemen toplumsal yapının kendini yeniden üretmesinde asli bir araç işlevini görüyor. Bu yüzden aslında hiç de küçümsenebilecek, bazı ifadeleri kullanırken “aslında onu kastetmedim, yalnızca dilimize öyle yerleşmiş” deyip geçilemeyecek bir sorun bu. Çünkü dile yerleşmiş bu kalıplar, cinsiyet eşitsizliğinin toplumun ürettiği bir şey değil de, doğal, yaratılıştan gelen, nesnel bir olguymuş gibi algılanmasına, bu algının da gelecek kuşaklara devredilmesine neden oluyor.
Kadınların fiilen eşit haklara sahip olduklarını düşünen, kağıt üzerindeki eşitliği gerçekmiş gibi kabul eden bir çok birey var. Üstelik bu şekilde düşünenler yalnızca erkekler değil, ciddi sayıda kadın da benzer bir yaklaşıma sahip. Liberal hukuk anlayışının “tüm insanlar eşittirler” varsayımında olduğu gibi, aslında yalnızca soyut, yani var olmayan, hayali bireyler arasında var olan biçimsel eşitliği, gerçek olarak kabul etme yanılgısı, burada da devreye giriyor.
Gerçekte ise kadınlar toplum içerisinde konumsal bir eşitliğe sahip değiller. Yerleşmiş toplumsal cinsiyet rolleri kadınların çalışma hayatına katılımından, siyasette yer almasına kadar aşılması güç engeller çıkarıyor. Kadınların şiddete maruz kalmaları, tecavüze uğramaları toplum tarafından bir çok gerekçeyle meşrulaştırılıyor. Kadınlar toplum yaşamında ikincil konumdalar ve en basit ifadeyle tahakküm altında yaşıyorlar.
Bu gerçeklere dikkat çekmeye çalışan kampanyayı eleştiren kesimlerden ilk dikkatimi çeken, Türkiye’de faaliyet gösteren ve Sümeyye Erdoğan’ın yöneticileri arasında olmasıyla bilinen, muhafazakar kadın derneği KADEM oldu. “Kadının insanlık onuru için mücadele veren bir sivil toplum kuruluşu” olma iddiasındaki bu dernek, tepkisini Twitter hesaplarında yayınlanan şu gönderiyle paylaşmış; “Adalet ve hakkaniyet ölçüsünde kadın ve erkeğin toplum içindeki varlığı, karşılıklı saygı ve anlayıştan geçer. Bir empati vurgusu olarak ortaya çıkan “erkekler yerini bilsin” akımı inandığımız değerleri zedeleyecek boyuta ulaşmıştır. Bu durumu kınıyor ve reddediyoruz.”
KADEM’e verilecek cevap aslında paylaştıkları metnin içeriğinde saklı. Çünkü bahse konu paylaşımlar, zaten bu ve benzeri çevrelerin inandıkları değerler adı altında yeniden üretilmesine katkıda bulundukları eşitsizliği zedelemek amacını taşıyor. Bu nedenle bu çevrelerin kampanyayı kınaması ve reddetmesi, maksadın hasıl olduğunu gösteriyor.
Esas düşündürücü olan ise yelpazenin diğer ucunda zuhur eden tepkiler. Gönderileri sol adına eleştirenler ve bunu toplumdaki ana çelişki olarak kabul edilen “sınıf çatışması” retoriğini kullanarak yapanlar.
Bu muhafazakar sol/sosyalist çevreler, hemen o meşhur “kapitalizmin oyunu bunlar” teranesini tedavüle soktular. Bu çevrelerin tek derdi toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi değil. Irkçılığa karşı durmanın, her türlü ayrımcılığa karşı politikalar yürütmenin, hatta çevre hareketlerinin bile esasen sınıf çatışmasını gündemden düşürmek amaç ve işlevine sahip olduğunu iddia ediyorlar.
Burada 70’li yıllardan devralınan ve her sorunu “devrim” sonrasına erteleyen bir siyasi anlayışın devamı söz konusu. Sosyalizmin bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi olduğunu görmezden gelen, geleceğin toplumunun sıfırdan kurulmayacağını, toplumun ürettiği tahakküm mekanizmalarıyla bugünden mücadele edilmesi gerektiğini idrak edemeyen, modası geçmiş, ortodoks bir solculuk bu.
Sınıf tahlilleri “19. Yüzyıl sanayi proletaryası” perspektifinin ötesine geçemeyen bu çevreler, toplumun çok katmanlı yapısını bir türlü göremiyor, bireylerin kimliklerinin çoğulluğuyla toplum yaşamında yer aldıklarını bir türlü anlayamıyorlar.
Kıbrıs’ın kuzeyinde solda yer alan örgütlerin geleneksel olarak erkek egemen bir yapıya sahip olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu tepkiler daha da anlaşılır hale geliyor. “Ayşe arkadaş, Fatma arkadaş” kalıbıyla nitelendirilen kadın üyelere örgütün namusu olarak bakıldığı, sonraki dönemde feminist hareketle içli dışlı olmaya başlayan bazı kadın solculara “örgütün huzurunu bozan”, “iş karıştıran” ve benzeri sıfatların yakıştırıldığı yıllar geride kalmış olabilir. Ancak bütün bunlar kadınların vermiş olduğu sıkı mücadelelerle aşılmış meseleler.
Bugün sol siyasi partilerde hala cinsiyet kotasını içselleştirememiş, kadınlara kadroların niteliğini düşüren üyeler gözüyle bakan, ayrımcı ve tahakkümcü bir tavırla mücadele sürüyor. Bu mücadele en azından yakın bir gelecekte bitecekmiş gibi gözükmüyor.
Hal böyleyken bunun bilincinde olmak, mücadelenin ufkunu eşitlik ve özgürlük ilkelerine yerleştirmekten vazgeçmemek gerek.
En önemlisi de solcuların, hele de “erkek” olanların, silkinip kendilerine gelmeleri gerek.
Yerlerinin bu ilkelerin “dizinin dibi” olduğunu bilmeleri gerek.