“İtalyan halkı bizden ‘özgürlük’ değil ‘ekmek’ istiyor.”
Benito Mussolini
19. yüzyıl ortalarında Marx, kapitalizm çözümlemesi yapıp da sömürü mekanizmasını açığa çıkardığı zaman burada durmamış, sömürünün nasıl ortadan kalkacağının sistematiğini de geliştirmişti. Sınıf karşıtlığı ve çatışması üzerinden açıkladığı bu düşünce sistematiği sömürücü sınıf olan burjuvazi karşısında sömürülen büyük kütle işçi sınıfının -proletaryanın- öncülüğünde ezilenlerin başkaldırısını ön görüyordu ve bu yolla gerçekleşecek olan devrim sonrasında sömürünün ortadan kalkacağını işaret ediyordu. Marx’ın teorik çerçevesini çizdiği bu düşünce sistematiğinin toplumların yaşamında ilk kalıcı somut karşılığı Çarlık Rusyası’nda 1917’de Bolşevik Devrimi’yle gerçekleşti. Bolşevik iktidarı, Çarlık döneminin yoksulluğunu ortadan kaldırmanın adımlarını attı, bu doğrultuda ciddi mesafe aldı, yeni bir dönemi başlattı ama bir süre sonra yeni sistemin de aşamadığı, aksine giderek daha fazla kök saldığı sorunlar boy göstermeye başladı. Bu sorunların önde geleni, ‘ekmek’ paylaştırılırken ‘özgürlük’ün tırpanlanmasıydı. O kadar ki, bu sorunlu süreç 20. yüzyıl sonu itibarıyla Solun yaşadığı büyük yıkımı tetikleyen en büyük nedenlerden biri oldu.
Buraya nasıl gelindi?
Daha Marx zamanında, koordinatları belirlenen yeni düşünce dünyası (Sol) içinde ‘özgürlük’ temelli tartışmalar yaşanmıştı. Örneğin Anarşistler, Marx’ın ve de Marxizm’in, kapitalizm çözümlemesinde, sömürünün açığa çıkartılmasında ortaya koyduğu tespitlerini ne kadar haklı ve değerli buluyor idiyseler, toplumsal-siyasal dinamiğin belirleyicisi olarak yalnız başına ‘ekonomik indirgemeciliğin’ esas alınmasını da o kadar sorunlu buluyor idiler. Buradan bakıldığında, yani ‘ekonomik indirgemeciliği’ esas alan ve buna göre toplumsal-siyasal dinamiği ‘ekonomik belirlenimcilik’ (determinizm) üzerinden okuyan Marxizm, ekonomik gücü elinde bulunduranın son kertede kendi siyasal tahakkümünü de kurduğunu söylüyordu. Bu nedenleydi ki burjuvazi ya da sermaye sınıfı eline geçirdiği ekonomik güçle siyasal tahakkümünü kurarak vahşi kapitalizmi, yani baskıcı sömürü düzenini hâkim kılmıştı. O halde sömürü düzeninin ortadan kaldırılması için yapılması yani burjuvazinin, sermaye sınıfının egemenliğinin sona erdirilmesi için atılması gereken adım, bu ilişkinin ters yüz edilmesi, bir başka ifadeyle ezilenlerin, sömürülenlerin, sömürenlerin elinden bu gücü alacağı, yani onu var eden mevcut üretim ilişkilerinin ve buradan doğan ekonomik gücün el değiştireceği, haliyle yeni bir siyasal tahakküm biçiminin oluşacağı yeni bir düzenin kurulmasıydı. Bu bir devrimdi ve son kertede devrimci sınıf olarak proletaryanın öncülüğünde burjuvazinin, sermaye sınıfının yerine ezilenlerin siyasal iktidarını (proletarya diktatörlüğünü) öngörüyordu. Siyasal iktidarın bu şekilde el değiştirmesi, yerleşik üretim ilişkilerinin emekten yana ve onun çıkarlarını gözeten bir biçimde de değiştirilmesini getirecekti ve sonuç itibarıyla sömürü düzeninin ortadan kalkacağı, ‘ekmek’in âdil bölüşüleceği, yeni bir insan tipi ve toplum ilişkilerinin gelişeceği yeni bir düzen oluşacaktı. Nitekim Bolşevik Devrimi’nin ardından Sovyetler iktidarının kurulmasıyla Çarlık Rusyası’ndaki sömürü düzeni büyük oranda ortadan kaldırıldı. Peki, öngörülen yeni insan tipi ve yeni toplum inşa edilebildi mi?
Bir ‘özgürlük’ sorunu
Teslim etmek gerekir ki devrim sonucu ortaya çıkan tablo, daha çok kaba-mekanik bir Marxist anlayış biçiminin sonucu olarak tecelli etmişti. O da şuydu: Toplumsal-siyasal dinamiği bir ‘alt yapı-üst yapı’ ilişkisi olarak açıklayan bu düşünce sistematiğinde belirleyici olan ‘alt yapı’ydı (üretim ilişkileriydi) ve ‘üst yapı’ da (başta siyaset olmak üzere hayatın bütün alanlarını kuşatan ilişkiler) bu ‘alt yapı’ tarafından belirlenmekteydi. ‘Ekonomik indirgemecilik’ ve buna bağlı olarak ‘ekonomik belirlenimcilik’ olarak formüle edilebilecek olan bu anlayışta, ekonomik yapının -üretim ilişkilerinin- değiştirilmesi, onun yarattığı sorunların da -kapitalist üretim ilişkilerinde bunun en belirgin karakteri sömürüdür- ortadan kalkması demek olacaktı. Bu aynı zamanda şu demekti; bir ‘alt belirleyen’ olarak tarif edilen maddi üretim ilişkileri karşısında, insan zihninden (iradesinden) başlayarak yaşamın bütün alanlarındaki ilişkiler onun tarafından belirlenenler, bir başka ifadeyle ‘üst belirlenenler’ olarak anlam kazanacak ve nihayetinde ‘alt belirleyen’in beliryeci gücü, belirlediği ‘üst belirlenenleri’ kendine tabi kılacaktı. Bu türden bir katı ‘belirleyen-belirlenen’ ilişkisinde, ‘belirlenen’in ‘belirleyen’e koşulsuz tabiyetinden ‘özgürlük’ sorununun çıkması ise kaçınılmazdı. Nitekim öyle de olmuştu.
Her şeyi ekonomiye indirgemek
İşte önce Marxistlerle Anarşistler arasında başlayan ve daha sonra da Marxizm’in kendi kuramsal yapısı içinde yaşanacak olan yoğun tartışmaların açığa çıkacağı yer de ağırlıklı olarak burasıydı. Bu noktada Marx’a (Marxizm’e) yönelik dillendirilen en büyük karşı çıkış ve eleştiri, her şeyi ekonomiye indirgemenin, yani tek boyutlu ‘ekonomik indirgemecilik- ekonomik belirlenimcilik’ anlayışının, bir tahakküm biçimini açığa çıkarırken (ekonomik gücü ele geçirenin kendi siyasal tahakkümünü kuracağı şüphesiz doğrudur), aynı anda oluşan farklı tahakküm biçimlerini gizleyeceğiydi. Bunun en açık göstergesi, ‘ekonomik belirlenimciliğin’ insanın ‘özgür iradesi’ üzerinde oluşturduğu baskıydı. Anarşizm kuramının önde gelen isimlerinden Bakunin’in Marx’a karşı çıkarken en çok altını çizdiği de buydu. Söylediği ise şuydu: İnsan doğasının ayırt edici iki önemli yetisi; bir, “düşünme yetisi ve başkaldırı yetisidir”; iki, “özgür irade yetisidir”. Buna karşılık, toplumsal-siyasal dinamiği ‘ekonomik belirlenimcilik’ üzerinden açıklayan ve her şeyi bu ‘belirlenimcilik’ üzerinden tarif eden ‘ekonomik akıl’ (insanı da ‘homo economicus’ olarak tarif eden akıl), buradan yapılacak çözümlemeler ve çözüm önermeleriyle bütün sorunların aşılacağını düşünürken, aynı anda özgür iradeyi kendine tabi kılarak doğrudan ya da dolaylı baskılama yoluna gitmekteydi.
Özellikle eşitlik ve özgürlük iddiası ile yola çıkan Solun, kaba ya da mekanik Marxist diyebileceğimiz yorumu işte burada tökezlemişti. Öyle varsayılmıştı ki yalnız başına ekonomik koşulların düzeltilmesi ve buradan hareketle sağlanacak görece refah ve güvenceler, yeni bir insan ve toplum yaratmada yeterli olacaktı. Şüphesiz atılan adımlar önemliydi, ‘ekmek’ vazgeçilmez talepti, daha iyi ve müreffeh bir hayat talebi insanoğlunun asla vazgeçmeyeceği talepleriydi ve bunların yaşama geçirilmesi mücadelesi olmazsa olmaz önemi haizdi. Ne var ki bunun kadar gerçek olan, ‘özgürlük’ olmadan salt ‘ekmek’ sahibi olmanın da insanı eksik bırakacağıydı, yetilerini geliştirmesine imkân vermeyeceğiydi. Sadece ‘ekmek’ sahibi olmanın ve bununla yetinmenin, insanı kendi özgür iradesini ortaya koyan, kendi kaderini belirleyen ‘özne’ olmaktan çıkaracağı, onu sistemin -o sistem ister onu sömürsün isterse korusun- kendine tabi ‘nesne’si haline dönüştüreceğiydi.
Çok geçmeyecek, bu zeminde başlayan tartışmalar ileriki dönemlerde Marxizm’in temel problematiklerinden birisini teşkil edecekti; sözgelimi Gramsci ve daha sonra da Althusser ‘ekonomik belirlenimcilik’ karşısında pasif ‘belirlenen’ konumuna indirgenmiş ‘üst belirlenenler’in, ‘belirleyen’ karşısında bağımsız olabileceklerini, özgürleşerek ve bu kez ‘üst belirleyen’ olarak hayata geri dönüp ‘alt belirleyenleri’ etkileyen özgür iradeler olarak işlevsellik kazanabileceklerini, bu bağlamda toplumsal-siyasal yapı içinde yeni ‘özgürlük alanları’ açabileceklerini, sistemi buralardan zorlayıp dönüştürebileceklerinin imkânlarını ve fırsatlarını sergileyen teorik açılımlar ortaya koyacaklardı. Marxizm ya da Sol içinde bu dinamik süreç gerek teorik gerekse pratik zeminde karşılıklarını aramayı bundan sonra da sürdürecek, ancak bütün bunlar sosyalist sistemin bağrında erken dönemlerden itibaren ‘özgürlük’ sorunu temelinde oluşan çatlağın, yirminci yüzyıl sonu itibarıyla daha fazla derinleşmesine ve nihayet kırılarak sistemin yıkılmasına engel olamayacaktı.
Kendini yeni baştan inşa etmek
Tarihsel deneyimler ve yirmi birinci yüzyılın açığa çıkardığı yeni koşullar göz önüne alındığında; bugünün (kaotik) dünyasında ‘ekmeğin âdil paylaşımı ve özgürlük’ en temel sorunlardan biri olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bu durum, tam da bu temel ilkeler üzerinden varlık ve anlam kazanan Sol için kendini yeniden ortaya koyacağı yeni fırsatlar ve imkânlar alanı da demek. Şu şartla ki ‘ekmek ve özgürlük’ sadece Solun uhdesinde değildir. Bu yüzden eğer Sol bugün itibarıyla kendini geniş kesimlere kabul ettirecek siyasal/ekonomik/düşünsel bir seçenek olacaksa, bunun ancak kendini yeni baştan inşa etmekle mümkün olabileceğini idrak etmek zorundadır. Bir başka ifadeyle teorik müktesebatı ve önermeleri 19.yüzyılın üretim ilişkileri, emek karakteri ve buna bağlı sınıfsal ayrışmalarda belirlenen (Sanayi Toplumu) Solun bugün talep edilir seçenek olabilmesi, 21.yüzyılın farklılaşan üretim ilişkileri, emek yapısı ve sosyal ayrışmalarıyla (Sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu, dijital çağ vb.) oluşan koşulları yeniden çözümlemesini ve buradan hareketle yeni açılımlarda bulunmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da ‘tek boyutlu indirgemeci ve tek aktörlü’ çözümlemelerden ve yaklaşımlardan öte ‘çok boyutlu ve çok aktörlü’ çözümlemeleri ve yaklaşımları gerektirmektedir.
Yeni Mussolini’lerin türediği ve etkin olduğu günümüz dünyasında ekonomik/siyasal/toplumsal mücadele zemini ve insanın varoluş talebi ‘ekmek’e rağmen ‘özgürlük’ ya da ‘özgürlük’e rağmen ‘ekmek’ mücadelesi ve talebiyle sınırlı değil; aynı anda hem ‘ekmek’ hem de ‘özgürlük’ mücadelesi ve talebini içkin olmak gerekmektedir. Sol burada, ekmeği büyüterek âdil paylaşımı sağlamak ve özgürlüğün kapsamını genişleterek kökleştirmek için yer almalıdır.
Günümüzde Solun siyasal/ekonomik/düşünsel seçenek olabilmesi bu koşulları yerine getirmesiyle mümkün olabilecek gibi görünmektedir.