Marx, kapitalizmin sömürüye dayalı evrensel (küresel) ekonomik gelişimi ve ideolojisi karşısında, onun alternatifi olacak düşüncenin ve sistemin temel karakteristiklerinden bir tanesini de Komünist Manifesto’ya alt başlık olan “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin!” çağrısıyla özetliyor ve buradan o karakteristiğin, yani ‘enternasyonalizm’ ilkesinin, altını ısrarla çiziyordu. Yine Marx, ünlü eseri Kapital’in önsözünde, İngiltere’de kapitalizmin o vahşi ve kanlı serüvenine dikkat çekerken, onun (kapitalizmin) insanlığın ortak baş belası olduğunu/olacağını işaret etmek bakımından, aynı anda Alman işçilerini ve okurlarını da şu cümlelerle uyarıyordu: “Ama eğer Alman okuru, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim ‘De te fabulla narratur!’ (‘Senin hikâyeni anlatıyorlar!’)”
Sonraları devrimci literatüre şiirsel bir aforizma olarak kazınacak olan bu Latince özdeyiş, on dokuzuncu yüzyılda ufukta görülen küresel gelişmelere ve ilişkilere dair güçlü bir öngörünün de ifadesiydi. Marx, bu tek cümlede kapitalizmin bünyesinde taşıdığı küresel ölçekli gelişim dinamiği hakkında tarihe not düşerken, tam da bu nedenle, bu ‘küresel illete’ karşı mücadele zemininin temel ilkelerinden biri olarak ‘enternasyonalizm’i vurguluyordu. Nitekim birincisi 1864 yılında Londra’da kurulan ve 1872’de lav edilen ‘Birinci Enternasyonal’; sonrasında 1889’da kurulup 1916’da dağılan ‘İkinci Enternasyonal’ işte bu gerekçeler ve talepler doğrultusunda, Avrupa düzeyinde farklı ülkelerin işçi partilerini, sendikal örgütlerini, -ayrıştırıcı ‘ulusal aidiyet’lerinden arındırarak ve de birleştirici ‘sınıfsal aidiyet’leri öne çıkararak- ortak hedeflerde ve mücadele hattında bir araya getiriyordu. (Bu yapılanmaların ilk etapta Avrupa düzeyindeki ülkelerle sınırlı kalması, dönem itibarıyla kapitalizmin ekonomik ve sosyal koşullarının bu coğrafyadaki gelişmişlik düzeyinden, bir başka ifadeyle devrim koşullarının şimdilik bu ülkelerde maddi bir gerçeklik olarak belirli bir olgunluğa ulaşmış olmasından kaynaklanmaktaydı. Yoksa Marxizm’in -Sol’un- ütopyası, devrimin belirli bir coğrafyayla sınırlı kalması değil, bütün dünyaya -Sürekli Devrim- yayılmasıydı.) Ancak özellikle İkinci Enternasyonal’de yaşanan ve sonrasında evrensel ölçekte Sol düşünce/pratik sürecini de doğrudan olumsuz etkileyecek olan gelişmeler ciddi bir problematiği de açığa çıkaracaktı. O problematik: ‘Solun milliyetçilikle olan ilişkisiydi’. Birinci Dünya Savaşı, ‘enternasyonalizm’ ilkesinin hayata geçirilmesi bakımından Sol adına katalizör işlevi görecek bir ‘aşırı durum’ haliydi ve önemli bir deneyim olacaktı. Ne var ki beklenen olmadı, aksine, savaşla birlikte “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin!” çağrısı adeta “Bütün Ülkelerin İşçileri Birbirinizi Öldürün!” çağrısına dönüştü; ‘ulusal aidiyetler’ ‘sınıfsal aidiyetler’, ‘milliyetçilik’ ‘enternasyonalizm’ karşısında galebe çaldı, modern çağın dini ‘milliyetçilik’ son kertede ağır bastı. Sonuç olarak İkinci Enternasyonal dağılmakla kalmadı, buradan itibaren Sol’un milliyetçilikle bugünlere değin sürüp gelecek olan muhataralı ilişkisi/imtihanı da başlamış oldu.
‘Milliyetçilik’ hançeri
Sol’un anti-milliyetçi ve enternasyonalist ilkeleri içkin müktesebatı, ‘İkinci Enternasyonal’de ‘milliyetçilik’ tarafından hançerlenirken, Çarlık Rusyası’nda gerçekleştirilen Bolşevik Devrimi de -her ne kadar Devrimin lideri Lenin öncülüğünde ‘enternasyonalizm’i gözeten, ‘anti-militarist’ ve ‘anti-milliyetçi’ prensipler temelinde Üçüncü Enternasyonal (Komintern) kurulacak olsa da- çok geçmeden aynı hastalığa yakalanacaktı. Geniş bir coğrafyada, çok etnili, çok dilli ve dinli bir popülasyona sahip bu ülkede devrim bu çeşitliliği ve karmaşayı çözmekte zorlandı. Lenin bu problematiği, ‘Ulusal Sorun’ adlı yapıtında teorik çözümlemesini yapmak ve ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’ ilkesinden hareket etmek suretiyle fiiliyatta bir dengeye oturtmaya çalışsa da, daha sağlığında, özelikle Stalin’in yaklaşımlarıyla ‘milliyetçilik’ yeniden öne çıktı. Şöyle ki, devrimin ilk yıllarında Sovyet Anayasası hazırlanırken Stalin’in ‘Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu’ başlıklı taslak önerisi, bizzat Lenin tarafından ‘Rus milliyetçiliği koktuğu’ gerekçesiyle değiştirildi ve ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonu’ olarak düzeltildi. Ancak onun ölümünden sonra Stalin, devrimi ve tek ülkeye sıkışan sosyalizmi korumak adına, “Rus milliyetçiliği kokan” baskıcı tavrını sürdürdü. Özellikle ulusal farklılıkları asimile edici -hatta yok edici- tutumları trajik sonuçlar üretti. Varlığını koruduğu sürece ‘komintern’in enternasyonalizm ilkesi ise farklı ülkelerdeki komünist partilerin Sovyetler Birliği Komünist partisine koşulsuz tabi olmalarından öteye bir anlam taşımadı. Sonuç olarak itiraf etmek gerekir ki, Sol’un tarihsel seyrinde, ‘milliyetçilik’, bu seyrin mahiyetini her daim olumsuz yönde etkileyen bir unsur oldu. Nitekim sosyalist sistemin yıkılmasındaki etkisi bir yana, yıkımın ardından bu coğrafyada ‘milliyetçilik’ temelinde yaşanan kanlı gelişmeler de, bir bakıma bu gerçekliğin teyidi anlamını taşıyordu.
Kıbrıs: Paylaşma ve çatış(tırıl)ma alanı
Peki yarım asrı aşkın bir süredir ‘milliyetçilik’ temelli bir sorunun kıskacında yaşayan Kıbrıs’ta Sol’un, ‘enternasyonalizm’ ilkesi ve bu sorun karşısındaki konumu neydi? Aşikâr olan şu ki, İki ulusal topluluğun, Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin, paylaşma alanı olduğu kadar aynı zamanda çatış(tırıl)ma alanı da olan bu coğrafyada, ‘enternasyonalizm’ ilkesi temelinde ‘bütüncül’ bir Sol hareket hemen hiçbir dönemde olmadı. Kronolojik seyri içinde Sol adına ülkede bir milat olarak kabul edilen, 1926’da kurulan, kısa bir süre sonra yeraltına çekilerek 31 İsyanı’nı takiben etkisini ve varlığını yitiren Kıbrıs Komünist Partisi; Ekim Devrimi’nin henüz çok taze olan enternasyonalist heyecanı ve coşkusuyla ‘Enosis’ten uzak durarak, ‘Bağımsız Kıbrıs’ siyaseti ekseninde ‘ortak vatan’ ütopyasından söz etse de, son kertede sadece Kıbrıslı Rumların partisi olmaktan kurtulamadı. 1941 yılında kurulacak olan ve halen varlığını sürdüren Akel (Emekçi Halkın İlerici Partisi) ise selefinden farklı olarak kısa sürede milliyetçi ideoloji/siyasetin ürünü ‘Enosis’ ile eklemlendi ve bunu neredeyse vazgeçilmez bir politika olarak benimsedi. Gerekçeleri kimi zaman anlaşılır olsa da -ülke koşullarının mahiyeti, anti-kolonyalist mücadelenin karakteri icabı milliyetçiliği teşvik etmesi ve bu zeminde bir ittifakı zorlaması, ya da Stalinizm’in milliyetçiliği Sol’a bulaştırması gibi...-, bu siyasi-ideolojik duruşun, Kıbrıs’ta Sol adına olumsuz sonuçlar yarattığı gerçeğini değiştirmediği gibi, bu tutum Kıbrıslı Türklerde -buna Solcu Kıbrıslı Türkler de dâhildir- ciddi bir güvensizlik duygusuna da yol açtı. Aynı dönemlerde, ülkenin içinde bulunduğu ağır ekonomik koşullar ve İngiliz İdaresi’nin bu koşulları daha da ağırlaştıran politikaları sonucu, mevcut konumuyla neredeyse bir bütün olarak Kıbrıs işçi sınıfının Akel’in kontrolündeki güçlü sendikal hareket (PEO) içinde yer alması ve de Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin sendikal mücadele zemininde ortak eylemler sergilemeleri de Sol’un ‘bütün’ü kucaklamak adına yaşadığı siyasal/ideolojik zafiyetini ortadan kaldırmadı. Bir başka ifadeyle ekonomik taleplerin ortak paydasında oluşan birliktelik, gerek siyasal örgütlenmede ve gerekse siyasal irade ve bilinçte aynı oranda karşılık bulmadı. Dahası, zaten pek güçlü konumda olmayan ve parti bünyesi tarafından yeterince içselleştirilemeyen az sayıdaki Kıbrıslı Türklerin, hem yoldaşlarının Enosisçi tutumları ve hem de Türk milliyetçilerinin baskı ve saldırılarıyla terörize edilmeleri sonucu giderek sendikal birliktelik de ortadan kalktı. Yaşanan gelişmelerle PEO çatısı altındaki Kıbrıslı Türkler, sınıfsal aidiyeti terk ederek etnik aidiyet temelinde ayrı sendikalaşma içine girmeye başladı. Bu şekilde Akel’le Solcu Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen koptu. Yeni bir siyasal ve anayasal yapıyı ve düzeni öngören, Kıbrıs’ın siyasi tarihinde bir başka parantez olarak açılan Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde de Sol adına bütüncül bir yapılanmanın ve siyasal-ideolojik birlikteliğin oluşturulamaması, 63 Aralığında başlayan toplumlar arası çatışmalardan sonra çok daha ciddi bir kopuş sürecine girdi; 74 Harekâtı ise oluşturduğu coğrafi bölünme ile bu kopuşu daha derinleştirdi ve Kıbrıs’ta Sol artık iki ayrı bölgede, iki ayrı siyasal/ideolojik hareket olarak varlığını sürdürürken, ‘Kıbrıs Sorunu’nun ve bu bağlamda ‘milliyetçi’ ideolojinin, ağırlığını da hep üzerinde hissetti. O kadar ki siyaseten ve ideolojik olarak hep ona takıldı ve ortak bir tavır sergilemekten uzak kaldı.
Rol çalmak değil aşmak
Yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmeler ve sosyalist sistemin yıkılışı; düşünce/ideoloji ve siyaset olarak evrensel ölçekte Sol’un kendisiyle yüzleşmesini ve hesaplaşmasını bir zorunluluk olarak dayatırken, ona içkin ‘enternasyonalizm’ ilkesiyle ve haliyle milliyetçilikle olan ilişkisinin gözden geçirilmesini de gerekli kılıyordu. Geçmiş deneyimlerin de gösterdiği üzere ‘enternasyonalizm’ gerilediği oranda ‘milliyetçilik’ artmaktaydı ve bu da Sol’un dayanışmasını engellediği kadar, farklılıkların bir arada yaşaması bağlamında ciddi sorunlara yol açıyor, eş zamanlı olarak özgürlük mücadelesi de bundan nasibini alıyordu. Bu gelişmeler ışığında, kendiyle hesaplaşmak, daha da ötesi kendini yeniden inşa etmek zorunda olan Sol’un evrensel ölçekte dikkate alması gereken temel ilkelerden birinin ‘enternasyonalizm’ olduğu tespiti, bugünün hâlâ temel sorunlardan olan ‘bir arada yaşamanın’ gerekli koşulu olması ve de tek tek ulusların demokratikleşmesi bakımından da ayrıca önem arz etmektedir. Keza aynı ilkenin, milliyetçiğin ürünü olarak açığa çıkan ve halen varlığını sürdüren ‘Kıbrıs Sorunu’nun çözümü, adada kalıcı barışın temini ve bir arada yaşamanın zeminini oluşturmak adına Kıbrıs Solu için de vazgeçilmez olduğu aşikârdır. Burada yapılması gereken ise, bizatihi sorunun kendisi olan milliyetçilikten rol çalmak değil, onu aşacak adımları atmak; bu güne kadar daha çok söylem düzeyinde ya da teorik bir üstünlük olarak dillendirilen ‘enternasyonalizm’ ilkesinin hayatiyet kazanan somut eyleme dönüşmesini sağlamaktır.
Kalıcı bir bölünmeye doğru giden Kıbrıs’ta bir bütün olarak Sol’un düşünsel/siyasal/entelektüel kapsamda yaratacağı fark ve oluşturacağı seçenek ancak bu zeminde gerçekleşebildiği, geniş ölçekte kuşatıcı olabildiği oranda karşılık bulabilecek ve bu takdirde bölünmeye engel olabilecek gibi görünmektedir.