Hakkı Yücel
Bir tekrar gibi olacak ama bir kez daha hatırlayacak olursak, 20. yüzyıl sona ererken yaşanan gelişmeler o ana kadar asla öngörülmeyen ve izleyenleri şaşırtan bir tablo ortaya çıkarmıştı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Sosyalist Blok’un çökmesiyle anlam kazanan bu dramatik süreç en büyük darbeyi ise sola vurmuştu. Gelinen aşama, tarihe son noktayı koymaya ve bundan sonra geçerli hâkim yapının kapitalizmin neo-liberalizm patentli “Yeni Dünya Düzeni” olacağının ilân edilmesine kadar varan pervasızlığa fırsat vermişti. Solun yürürlükteki haliyle ortadan kalkması ardında büyük bir boşluk bırakırken, bunun vebalinin bizatihi solun kendisi tarafından “reel sosyalizm”e tahvil edilerek “tu kaka” ilân edilmesi ise, geride kalan tarihsel deneyim bağlamında sorumluluğunu ortadan kaldırmamıştı. Şundan ki, öyle ya da böyle yaşanan süreç son kertede solun kendi hikâyesiydi. Sonuçta kim ne derse desin tarih sahnesinden dramatik bir biçimde çekilen yürürlükteki solun hal-i pür melâlini sembolize eden “uzun ve karanlık gecesi” artık başlamıştı. İlk bakışta yürek burkan bu şiirsel söylemin, sola gönül verenlerin hüznünü, hayal kırıklığını ve ‘sol aklın karamsarlığını’ içermesi kadar, her gecenin bir sabahı olabileceğini ima etmesi ve de şimdiye kadar gidilen yolun karanlığa gömülmesinin yarattığı körlük yanında, oradan çıkmayı sağlayacak yeni yolların bulunmasını teşvik eden anlam ve duygu yoğunluğu da taşıyor olması ise, aynı anda, solun küllerinden yeniden doğabileceği algısının yerleşmesine, ‘sol iradenin iyimserliği’nin varlığını korumasına da imkân tanımıştı.
Nitekim çok geçmedi, âlâyı vâlâ ile ilân edilen Yeni Dünya Düzeni teklemeye başladı. Kapitalizmin neo-liberal versiyonu olarak yenilenen ve şekillenen sistem, ardı sıra yaşanan ekonomik krizler ve bunun sistemdeki dengesizlikleri daha da artırmasıyla, yine sistemin kendini reforme ve rehabilite etmek adına gündeme getirdiği çözümlerin tıkanmaya yüz tutmasıyla, evrensel değerleri gözetme iddiasıyla kurulan yeni siyasal yapıların giderek o değerleri ayaklar altına almaya başlamasıyla ve de evrensel ölçekte genişleyen sistem karşıtı toplumsal muhalefetin günden güne artan ısrarlı karşı çıkışlarıyla, çıkmaza girdi. İnsanlığın özgürlük, eşitlik ve adalet talepleri, hâkim kılınmaya çalışılan sistem tarafından karşılanması bir yana, bizatihi kendisinin daha da derinleştirdiği sorunlar yumağı halini aldı. Bir bakıma sonu ilân edilen tarih geri döndü, bu durum neo-liberalizmin kendini sorgulamasını ve yeni çıkış yolları aramaya başlamasını zorladığı kadar, solun bir seçenek olarak yeniden gündeme gelmesine de yol açtı. Bir başka ifadeyle solun “uzun ve karanlık gecesi” yeniden ağarmaya başladı. Şimdi büyük soru, ardında hüsranla biten bir geçmişi bırakan ve şimdiden sonra yeniden fikri-maddi bir karşılık bulmayı hedefleyecek olan (yeni) solun ne ve nasıl olacağıydı. Nesnel koşulların neredeyse onu kendiliğinden bir seçenek haline getirmesinin, kendi yaşadığı tarihsel deneyimden de hareketle, bugün, öznel olarak sol tarafından nasıl algılanacağı ve buradan hayatı kucaklamayı ve dönüştürmeyi başaracak nasıl iradi düşünsel-siyasal bir hareket doğacağıydı. Evrensel ölçekte hanidir solu meşgul eden bu büyük soru, çeşitli görüşleri içeren ve bu bağlamda arayışlarını hâlâ sürdüren -belli ki daha da sürdürecek olan- dinamik bir süreci başlattı.
Kendi yıkıntıları üzerinde adeta kendi küllerinden yeniden doğacak olan bugünün (yeni) sol seçeneğinin şimdi zorlu bir süreçle karşı karşıya olduğu aşikârdı ve buradaki temel zorluk da elde, sol adına her derde deva mutlak bir reçetenin olmaması, dahası böylesi bir reçetenin asla olamayacağı gerçeğiydi. Bu gerçeklik ise öncelikle solun, geçmişte kendi ideolojik totalitesi içinde yanılmazlık iddiası taşıyan ve kendince her sorunu çözdüğüne inanan geleneğini artık terk etmesi gerektiği demekti. Hal böyle olunca solun kaotik bir geçiş dönemi ile karşılaşması kaçınılmazdı. Nitekim olan da oydu. Özellikle son çeyrek yüzyıldır sol, karmaşık -hatta kaotik- ve bir o kadar da dinamik ‘geçiş dönemi’ süreci yaşamaktaydı ve bu sürecin belirgin özelliği de, solun, pek alışkın olmadığı bir ‘kuraldışılık’ -en azından geçmişte olduğu gibi mutlak itaati öngören kurallar bütünü dışına taşan bir ‘kuraldışılık’- haliyle malûliyeti belki de şansıydı. Bu malûliyet -aynı zamanda şans- nedeniyleydi ki gelinen aşamada, kendini yenilemek ve de yeni kurallar inşa etmek zorunda kalan sol kendini ortaya koyarken, nihilistik olandan radikal olana, uzlaşmacı olandan inkârcı olana, diyalojik olandan kendi içine kapanmakta ısrarcı olana kadar farklı tepkiler gösterebilmekteydi. Doğurgan bir çeşitliliği ve onun dinamizmini içermesi yanında aynı anda ciddi bir kafa karışıklığına da neden olan bu sürecin içinden, solun bugünün ve geleceğin dünyasını kuşatacak umut veren, talep edilebilir, inandırıcı ve geçerli bir seçenek oluşturması ise öncelikle solun kendi elindeydi ve bu tarihsel sorumluluğun heba edilmesinin de sol adına hiçbir mazeretinin olmaması gerekirdi. Bu ise olmazsa olmaz bazı koşulların gözetilmesini zorunlu kılmaktaydı.
Bu koşulların en başta geleni ise yeni solun yeni bir düşünce-zihniyet ekseni ve toplumsal-siyaset pratiği oluşturması gerektiğiydi. Bu bağlamda günümüz solu, hareket hattını özgürlük, eşitlik ve adalet talepleri üzerinden kuran; düşünce sistematiğini, sadece olması gereken normatif değerler ölçeğinde dile getirmekle yetinen steril bir söylemle sınırlandırmayan, aksine hayatın içinde somut karşılıklarını üreterek olmasını mümkün kılacak toplumsal-siyasal hareketler kapsamında realize etme çabası yürüten ve bu yolda ortak talebin buluşacağı açılımlar sergileme becerisi gösteren; yani, yaşayan bir düşünce-siyaset pratiği üreten, geçmiş nostaljisi ya da muhayyel gelecek romantizminden öte, bugünü hedef alan bir mahiyet arz etmeliydi. Eğer böyleyseydi, günümüz solunun düşünsel-zihinsel ölçekte yoğun bir tartışma ve toplumsal-siyasal pratik üretme bağlamında yeni seçenekler oluşturma çabası ve arayışı içine girmesi kaçınılmazdı ve de gerekliydi. İki bacaklı (düşünsel-zihinsel ve toplumsal-siyasal pratik) bir mahiyet arz edecek olan bu süreçte, bu unsurlardan birisinin diğerine üstünlüğü ya da birinin diğerini küçümsemesi yerine ikisinin biraradalığı esas olmalıydı ve zaten günümüz dünyasının koşulları da -yeni bir epistemoloji ve yeni toplumsal-siyasal pratik bağlamında- bu birlikteliği zorunlu hale getirmekteydi. Solun “uzun ve karanlık gecesi”nin artık sona ermekte olduğu inancı da kanımca bu dinamiğin bir çeşitlilik ve zenginlik olarak günden güne daha bir belirgin hal almasından kaynaklanmaktaydı.
İşte Londra’da, Mart 2009’da Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü’nde, çerçevesini Alain Badiou’nun çizdiği ve geçtiğimiz günlerde aynı başlık altında Ayrıntı Yayınları tarafından da kitaplaştırılan “Bir İdea Olarak Komünizm” konferansı, tam da böylesi bir arayışa örnek teşkil edebilecek bir çalışmaydı. Gerek katılımcılarının kalibreleri, gerekse ortaya koydukları düşünce ve görüşlerin çeşitliliği bakımından konferans büyük bir önem arz ediyordu. Badiou’dan Zizek’e, Negri&Hardt’tan Ranciere’e on beş konuşmacının metinleriyle kapsamlı bir çalışmaya dönüşen bu etkinlikte, solun özgürlük, eşitlik ve adalet mücadelesinde radikal bir önerme olan ‘komünizm’, hem bir ‘kelime’ olarak etimolojik kapsamıyla, hem ‘felsefi bir kavram’ olarak düşünce derinliğiyle, hem ekonomik bir önerme olarak içerdiği potansiyelle, hem siyasal bir proje olarak kendinde içkin “ yeni politik öznellikler üreterek ve popüler bir iradeciliğe geri dönerek, yaygın apolitikleştirmeye karşı” durma gücüyle ve hem de edebiyat eleştirisinin hayata yönelik ihtimaller çokluğuna işaret eden doğurgan yaklaşımıyla masaya yatırıldı; inter-disipliner ilişkinin geniş ve çok boyutlu düşünce ufku üzerinden, can alıcı bir problematik olarak enine boyuna tartışıldı. “Komünizm, özgürlük ve eşitlik getirmeyi hedefler. Özgürlük, eşitlik olmadan serpilemez ve eşitlik de özgürlük olmadan var olamaz.” tespitinin esas alındığı ve buradan hareketle düşünce-siyaset ve ekonomi ekseninde “komünizm”in potansiyel gücünün tartışıldığı, “solun uzun gecesinin sona ermek üzere” olduğu inancının bir kez daha vurgulandığı bu konferans, acaba, şimdilerde yürütülen sol tartışmalarda sıklıkla dillendirildiği üzere bir avuç entelektüelin kendilerini tatminden öteye geçmeyen ve hayatta karşılığı olmayan fantezilerinden mi ibaretti? Ya da sosyalizm’in bile yerlerde süründüğü bir dönemde, ondan çok daha radikal ve çok daha imkânsız(!) komünizm üzerine kafa patlatmak ve buradan yeni düşünce-siyaset pratiği üretmeye çalışmak, beyhude bir ütopyanın peşinden gitmekten başka bir şey değil miydi? Zurnanın zırt dediği yer de galiba burasıydı.
Kanımca işte tam da bu noktada yaşanmakta olan kimi ciddi kafa karışıklıklarını ortadan kaldırmak için birkaç hususun ayırt edilmesi gerekmektedir. Bunlardan birincisi bugünün dünyasında inandırıcı, geçerli, kalıcı ve talep edilebilir seçenekler üretme sorumluluğuyla karşı karşıya olan solun, bunu yerine getirmeye çalışırken takınması gereken mahiyet farkıyla ilgilidir. Bu da evvelemirde, solun bu işlevini yerine getirirken bunu kendisine rağmen, yani güncel ve aktüel olanı yakalamak adına kendi ilke ve değerlerini göz ardı eden koşulsuz bir pragmatizm ve fırsatçılık sergilemesiyle; bu işlevi kendi ilke ve değerlerini geliştirerek ve dönüştürerek bugünü kucaklamak suretiyle yerine getirmesi arasındaki farktır. Eğer sol birinci yolu izleyecekse bu bağlamda ona zaten gerek yoktur, çünkü bu işlevi özellikle günümüz dünyasının geçerli koşullarında kendisinden rol çalarak -bizzat liberalizmin kendisi- yapanlar vardır. Yok eğer ikinci yol izlenecekse işte bu noktada da bir başka hususun altını çizmek gerekmektedir. O da şudur: Sol bütün zamanları kuşatan ve bütün zamanlarda geçerli olan statik-durağan kurallar ve ilkeler toplamı değildir. Tam aksine değişen koşulların yeniden yorumlanmasıyla anlam kazanan bir dinamiktir ve onu kendine özgü kılarak seçenek hale getirecek olan da kendini sorgulama, eleştirme, değiştirip dönüştürme potansiyeline sahip olmasıdır.
Buradan bakınca, ilk bakışta çok radikal ve uçuk gibi görünen “Bir idea olarak komünizm” konferansını, şöyle değerlendirmek mümkündür: Eğer “komünizm’, Marks’ın Komünist Manifestosu’ndan hareketle proletarya diktatörlüğü, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve giderek devletin sönümlenmesi olarak okunur, statik bir kural ve şablon olarak benimsenir ve bu şekilde bugüne aktarılırsa, evet, günümüz dünyası ve koşullarında böyle bir önerme uçuk ve ayakları yere basmayan, entelektüel mastürbasyonla sınırlı bir fantazmadan öteye geçmeyecektir. Ama aynı “komünizm”, bu konferans çerçevesinde yapıldığı gibi çok boyutlu ve çok kapsamlı bir süreç olarak algılanır; “ortak varlık” olarak insanı, kapitalizme içkin ortak üretim koşullarını araştıran, emeğin değişen mahiyet farklılıklarını anlamaya çalışan ve “ortak zenginlik” hedefleyen bir üretim sürecini ve kapitalizmin “özelleştirme-özel mülkiyet”, sosyalizmin “kamusallaştırma-kamusal mülkiyet” önermeleri karşısında, mülkiyeti tümden ortadan kaldırmak ve mutlak eşitlik gibi sosyal ve ekonomik bir imkânsızlık peşinden gitmek yerine, “ortak mülkiyet” seçeneğinin mevcut koşullar içindeki potansiyel gücü, farklı görüşler ve düşünceler çerçevesinde dile getirilip tartışılıyorsa, işte tam da bu, solun bugünün dünyasında ve onun ihtiyaçları karşısında kendisini dönüştürüp aşacak ve maddi bir seçenek olarak ortaya çıkacak hem felsefe, hem ekonomi ve hem de siyaset pratiği bağlamında yeniden kurgulanması ve anlam kazanması demektir. Eğer günümüzde sol, bir düşünce-siyaset pratiği olarak yeni ve güçlü bir seçenek olarak gündeme gelecekse, her şeye rağmen ve kaçınılmaz olarak, böylesi dinamik süreci yaşamak zorundadır.
Ne var ki gerek solun evrensel macerasında ve gerekse bizim ülkemizin kendi sol macerasında bu sürecin mahiyet farklılıkları gösterdiği/göstereceği ve bu farklılıklardan doğan sıkıntılar içerdiği/içereceği de ortadadır. Burada gözlenen en belirgin farklılık; genel anlamda ifade edilecek olursa, solu siyasal mücadele ve siyasal iktidar hedefiyle sınırlayan, bunu önceleyen anlayışla; solu salt bununla sınırlamayan, ancak bunu yaparken de sol adına siyasal alana doğrudan müdahale etmekten ziyade, daha çok normatif değerleri dillendiren, bunu ideoloji-düşünce düzeyinde ifade eden anlayış arasındadır. Hal böyle olunca kendini salt siyaset ve siyasal iktidar mücadelesiyle sınırlayan sol, her yolu mübah sayan makyavelizm, günceli yakalamak adına ölçüsüz pragmatizm ve oportünizmle kolaylıkla buluşurken, bu durum onu kendinden uzaklaştırabileceği gibi karşıtına dönüştürmek/benzeştirmek gibi bir sonucu da beraberinde getirebilir. Öte yandan, solun salt ideoloji-düşünce düzeyinde entelektüel bir etkinlik olarak var olması da onun steril bir alan içine hapsolmasına ve de giderek hayatın dışına düşmesine neden olabilir.
Buradan bakınca tekrar etmek pahasına şu söylenebilir: Günümüz dünyasında solun yeniden bir seçenek olarak ortaya çıkması, onun bugünü kucaklayan bir düşünce-siyaset pratiği olarak var olmasıyla, oradan anlam ve hareket kazanmasıyla mümkün olabilecek gibi görünmektedir. Bu da solun kendini, sadece siyasal alan ve siyasal iktidar hedefiyle sınırlamamasını, yaşamın farklı alanlarını ve dinamiklerini kucaklamasını, koşulların ortaya çıkardığı ihtimaller çokluğunu bir düşünce-siyaset pratiği olarak ısrarla hayata geçirme çabası içinde olmasını gerektirmektedir.
Solun “uzun ve karanlık gecesi”ni sona erdirecek olan da budur…