Soma Faciası Sonrasında Sol ve Sınıfsal Mücadele

Soma Faciası Sonrasında Sol ve Sınıfsal Mücadele

 

Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com

Yazıma başlamadan önce, Soma faciasında madenden ölü olarak çıkarılan, hâlen madende mahsur kalarak yaşam savaşı veren, yaralı olarak kurtarılan ya da içeride ölü olarak bulunmayı bekleyen işçiler ve aileleri için kurulan bağış ağlarına katkıda bulunmanın hepimiz için bir insanlık görevi olduğunu vurgulamak isterim. Soma’daki özel maden işletmesinde yaşanan facia hepimizi üzdü. Facianın bilançosu korkunçtu. Sosyal medyada açıklandığı üzere “301 ölü, 80 milyon yaralı (!)” vardı (301 ölü yazıyı kaleme aldığım an itibariyla saptanan rakamdır). Şahsen beni yüzlerce işçinin hayatını kaybetmesi kadar üzen başka bir şey, yaralı bir işçinin hastaneye götürülmek üzere ambulansa alındığı zaman, “çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin” demesi, kendisini bu denli değersiz görmesi oldu. Maden işletmelerinde yaşanabilecek kazaların ortaya çıkaracağı bilançonun korkunçluğu daha 2011 yılında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun raporlarında yer almış, önlemler ve denetimlerde “ciddi eksiklikler” olduğu dile getirilmişti. Fakat ne yazık ki kaza bir facia ile sonuçlandı. Bu yazıyı yazmamdaki amaç, suçlu ya da sorumlu göstermek değildir. Bu yazıda Soma faciasının bir gereksinim olarak ortaya çıkardığı “sınıfsal mücadeleyi” irdeleyeceğim.

Marks ve Engels egemenliğin üst sınıfların elinde olduğunu, proletaryanın ise burjuvazinin servetini artırmak için sömürüldüğünü öne sürmekteydi. Karl Marks kapitalizmin bir sömürü düzeni olduğunu, onunla birlikte yaşayan “burjuva demokrasisinin” alt sınıfların hak ve çıkarlarını gözetmediğini ve bu düzenin adaletsizliğinin en vahim koşullarını proletaryanın yaşadığını savunmaktaydı. Proletaryayı bilinçlenmeye, örgütlenmeye ve iktidarı ele geçirmeye çağıran Marks’a göre kapitalist demokrasilerden çıkılarak, önce özel mülkiyetin olmadığı ve bütün üretim araçlarının kamulaştırıldığı sosyalist rejimlere, sonra da devlete dahi gerek duymayan bir paylaşımcı kültüre sahip komünizme geçilecekti (İşçi, M. 2012. Siyasi Düşünceler Tarihi: İstanbul: Der Yayınları).

1871 yılında Paris’te bir Marksist yönetim kurulmuş ve Paris Komünü adını almıştı. Komün pek çok sosyalist reform yapmıştı. Fabrikalar kooperatif haline getirerek işçilere verilmişti. Fırın işçilerinin gece çalıştırılmasını engellenmişti. Yaşam şartlarını dikkate alan asgari ücret düzenlemesi yapılmıştı. Miras hukukunda nikâhlı eşlerden doğan çocuklar ile nikâh dışı beraberliklerden doğan çocuklar arasındaki ayrım kaldırılmış, babalar maddi çocuklarının yaşamlarını idame ettirme zorunluluğuna bağlanmıştı. Nikâh dışı beraberliklerden çocuk sahibi olan ya da boşanma nedeniyle dul kalan kadınlara nafaka ödenmesi zorunlu hale getirilmişti. Fakat Komün üç ay içerisinde 20,000’e yakın insanın Versay yönetiminin emrindeki askerlerce katledilmesi ve idam edilmesiyle kanlı ve korkunç bir biçimde bastırılmıştı (Marks, K., Engels, F., Lenin, V. I. 1977. Paris Komünü Üzerine. Çeviri: Somer, K. İstanbul: Sol Yayınları).

Kendisine Marks’ı örnek alan ve Paris Komünü’nden dersler çıkaran Rus lider Vladimir İlyiç Lenin, proletarya iktidarının ancak olası bir karşı-devrimi göğüsleyebilecek bir askeri gücün varlığıyla yaşayabileceğine inanıyordu. Nitekim Lenin hem Sovyetler Birliği’ni hem de Sovyet sosyalizmini askeri güç ile kurmuştu. Bunun dışında, devrim için kan dökülmesine karşı olan ve barışçıl yöntemlere sarılan Eduard Bernstein, “pratik sosyal demokrasi” adını alan ve egemen olmayan sınıfların egemen sınıfların yönettiği sistem içerisinde hak arama mücadelesine dayanan bir sosyalizm anlayışı geliştirdi. Bernstein’a göre, proletarya ve diğer yönetilen sınıflar örgütlü mücadele yöntemleri geliştirmeli, birbirleriyle dayanışma içerisinde olmalı ve kapitalizmi yıkmak yerine Kapitalizm içerisinde yaşam koşullarını geliştirme hedeflerine sarılmalıydı. Bu sayede proletarya ve diğer yönetilen sınıflar kapitalizmin özünü değilse bile şeklini değiştirebilecekler, üretim araçlarını ele geçirmek yerine emeklerinin daha fazla değer göreceği, iktidarı devrim vasıtasıyla ele geçirmek yerine siyasal ve sendikal örgütlenmeleriyle hak arayacakları bir demokrasiye kavuşabileceklerdi (İşçi, a.g.e.).

Her ne kadar kendisine karşı çıkan Marksistler Bernstein’ı “burjuva” ve “Kapitalist” gibi lakaplarla ansalar da (İşçi, a.g.e.), Soğuk Savaş döneminde, Marksist ve Leninist yöntemlerin kan dökülmeksizin hedefe ulaşamayacağının görülmesi nedeniyle, Avrupa Sol’u Bernstein’ın barışçıl fikirlerini benimsemiş ve Sosyal Demokrat partiler güç kazanmışlardı. Sol’un misyonu kapitalizmi yıkmak yerine, Kapitalizm içerisinde çalışanların haklarını geliştirmek olmuştu.  1974 sonrası dönemde Kıbrıs Solu her iki toplumda da Türk ve Yunan Milliyetçiliklerine karşı, birleşik Kıbrıs’ı savunma hedefini benimsemiş ve sınıfsal mücadeleyi ister istemez ikinci plana atmıştı. Hem Kuzey’de hem Güney’de sol partiler sendikal mücadeleyle çoğu zaman yan yana olsalar da, solculuk denince anlaşılan daha ziyade birleşik Kıbrıs’ı savunmak olmuştu. Bu tutum günümüze kadar ulaşmış ve neoliberal çağa uyum sağlamak zorunda kalan Kıbrıs solu Kıbrıs sorununun çözümünü sınıfsal mücadeleyi sürdürebilmenin bir ön koşulu olarak algılamaya başlamıştır. Türkiye soluna baktığımız zaman ise, CHP rahmetli Ecevit döneminde işçiler ve sendikalar ile yan yana duran bir Sosyal Demokrat çizgi benimsemiş, ancak bunun dışında Kemalizm’in elitist Cumhuriyetçi çizgisinin savunucusu olarak kalmış, hak arayıcılığı her zaman elitizminin gerisinde bırakılmıştır. Parti liderliğinde şu an yine bir Sosyal Demokrat olan Sayın Kılıçdaroğlu vardır, ancak CHP muhafazakâr Türkiye halkının gözünde hâlen büyük ölçüde elitist bir parti olarak algılanmaktadır.

Türkiye’deki maden işletmelerinde denetim zafiyeti olduğu, CHP milletvekilleri tarafından meclis kürsüsünden Soma faciasından önce dillendirilmişti. Fakat Soma faciası sonrasında AKP ve CHP arasında doğan fikirsel çatışma, bir Liberal Demokrat-Sosyal Demokrat çatışmasından ziyade Muhafazakâr-Kemalist çatışması şeklinde algılanmaktadır. Facianın düşünsel yansımalarının en vahim olanlarından birisi de budur. Halka yakın olmayı ve halktan birisi olduğu izlenimini yaratmayı başaran sayın Erdoğan, 12 yıllık iktidarı boyunca eleştirilerin neredeyse tamamını, muhafazakâr kimliği nedeniyle görmüş, buna karşı geliştirdiği tüm reflekslerinde de Türkiye’nin geleneksel muhafazakâr-Kemalist kutuplaşmasında muhafazakârları Kemalistlerden daha egemen kılmayı başaran lider olduğu algısıyla hareket etmişti. Bir ölçüde haklılık payı da içeren bir yaklaşımla, “muhafazakâr kimliğimizle iktidarda oluşumuzu hazmedemiyorlar” benzeri bir karşı-söylem geliştiren sayın Erdoğan, karşı-söylemini Soma faciası sonrasında da büyük ölçüde aynı reflekslerin etkisiyle sürdürmektedir. Öte yandan CHP Kılıçdaroğlu öncesinde ve Kılıçdaroğlu döneminde, Gezi olaylarından 17 Aralık sürecine kadar kendisini AKP’nin muhafazakâr kimliğiyle iktidarda olmasından rahatsız bütün kesimlerin merkezinde bulmuştur. Soma faciasında tutumu Elitist olmaktan ziyade Sosyal Demokrat çizgiye yaklaşmış olsa da AKP’ye 12 yıldır muhafazakârlık üzerinden yüklenen çizgiden farklı bir duruş izlediği yönünde inandırıcı olmayı, ya da buna en azından Sayın Erdoğan ve çevresine inandırmayı başaramamıştır.

Soma faciası, orada yaşamını yitiren işçilerin aileleri bakımından her hangi bir ideolojik düşüncenin hafifletemeyeceği bir trajedidir. Şirket yönetimi hayatını kaybeden işçilerin ailelerine sahip çıkacağı yönünde vaatlerde bulunuyor, muhalefet ise AKP’ye yükleniyor. AKP’nin yasal süreci ne şekilde yönlendireceği ise henüz meçhul. Burada hem Türkiye Sol’una hem CHP’ye hem de bizzat Sayın Kılıçdaroğlu’na, solu gerçek ilkelerine dayanan sınıfsal mücadele ve hak arama çizgisine çekmek için bir zemin doğmuştur. Türkiye’de sol acilen, AKP’yi muhafazakâr kimliği üzerinden vurmaya çalışan yaklaşımı ve algıyı terk etmeli, sınıfsal hak arama ilkeleriyle hareket etmeli; sendikalara ve kitlelere daha yakın durmanın yollarını aramalıdır. Solun görevi kapitalist rejimlerde emekçi haklarını geliştirmek ise Türkiye Soluna düşen, Cumhuriyet ilkeleri uğruna koşulsuz bir anti-muhafazakârlık yapmak değil, çalışan hakları için örgütlü mücadelenin başat gücü olmaktır. Sayın Kılıçdaroğlu CHP’nin hiç kuşkusuz ikinci sosyal demokrat lideridir ve sosyal demokrasinin ilk yapması gereken cumhuriyetçi-elitist bir yaklaşımdan ziyade çalışan haklarını savunan bir halk partisi hâlini alabilmektir.  Bunun yanında muhalefet ve iktidarın kavraması gereken gerçeklik ise, muhafazakâr-Kemalist çekişmenin hem demokratik gelişimin hem de sosyal adaletin önünü tıkayan bir kısırlığa girdiği, bir kişinin ikisinden birini seçmesinin onun sınıfsal kimliği ve sınıfsal ihtiyaçları kadar yaşamsal olmadığıdır. Yazıma son verirken Soma faciasında yaşamını yitiren işçileri saygıyla, arkalarında kalan ailelerini dayanışma ile anıyorum.

Dergiler Haberleri