Tufan Erhürman
Bazı Kıbrıslı Türklerin hâlâ zaman zaman İngiliz Sömürge İdaresi döneminden, o dönemdeki kültürden, disiplinden, hukukun üstünlüğüne bağlılıktan sitayişle söz ettiklerini her duyduğumda tüylerimin diken diken olduğunu itiraf etmeliyim. Kimileri, Kıbrıslı Türklerin başkalarından daha “modern”, daha “çağcıl”, daha “Avrupai” insanlar olmalarının ancak geçmişte dünyanın en medeni sömürgecisi tarafından sömürülme şerefine nail olmalarıyla açıklanabileceğini anlatmakta birbirleriyle yarışıyorlar. Bu konuda bazen o kadar ileri gidiyorlar ki, birileri çıkıp “kendi kendinizi yönetmeyi mi yoksa İngilizler tarafından yönetilmeyi mi tercih edersiniz” diye sorsa, hiç çekinmeden “İngilizler tarafından yönetilmeyi” diyeceklerinden emin olabiliyor insan. Bu hâlin Stockholm sendromu adıyla anılan psikolojik durumun bir türü olup olmadığını çok merak ediyorum doğrusu.
Üzülmek mi gerekiyor sevinmek mi bilmiyorum ama gelin görün ki bu hâl bize özgü değil. Bizim dışımızdaki bazı sömürge halkları da aynı dertten muzdarip. Sudanlı yazar Tayeb Salih’in Kuzeye Göç Mevsimi adlı romanını okurken bir kez daha fark ettim bunu. Romanda, bir emekli memura şunları söyletir Salih: “Bölge delegesi olan İngiliz’in tüm İngiliz Adaları üzerinde tam yetkisi vardı ve İngiliz hizmetkârlarla dolu, askerler tarafından korunan kocaman bir sarayda yaşıyordu. Tanrıymış gibi davranıyordu. Ülkenin yerlilerinden oluşan orta düzey devlet memurları olan bizleri vergi toplamak için istihdam ediyorlardı. Halk bizi İngiliz delegeye şikâyet ediyor ve vergilerden yakınıyordu, doğal olarak anlayışlı görünen ve merhamet gösteren kişi yine İngiliz delegeydi. Ve böylelikle halkın kalbine bize karşı nefret ve sömürgecilere, davetsiz misafirlere karşı sevgi ektiler. Bu sözlerime kulak ver evlat. Ülke bağımsızlığına kavuştu değil mi? Kendi ülkemizde özgürleşebildik mi? Emin ol yine de bizi uzaktan yönetiyorlar. Çünkü arkalarında onlar gibi düşünen insanlar bıraktılar” (Tayeb Salih, Kuzeye Göç Mevsimi, çev. Adnan Cihangir, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2011, s. 52).
Bu satırlar sömürge döneminde Kıbrıs’ta yaşamış olanlara hiç yabancı gelmeyecektir sanırım. EOKA’cılara karşı mücadele edecek yardımcı polis gücünün (“auxiliary police”) Kıbrıslı Türklerden oluşturulmasından tutun da, halkı rahatsız eden tüm uygulamaların, devşirilmiş, çoğu zaman kraldan daha kralcı yerlilere yaptırılmasına kadar, kullanılan tüm yöntemler, sömürgecilerin sömürgecilik alanında on yıllar içinde oluşmuş deneyimlerinin parlak ürünleriydi kuşkusuz. Bu uygulamalar yalnızca “böl ve yönet” ilkesi çerçevesinde Türklerle Rumların arasına nifak tohumları ekilmesine yol açmadı. Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin beyinlerine, yansımaları bugüne kadar uzanan özgüven eksikliğinin ve kendi kendini yönetme becerisine dair şüphenin tohumlarının serpilmesini de sağladı.
Bugün Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini yönetemeyeceklerinden bu kadar emin, kendi hâllerine bırakıldıkları takdirde ülkeyi/devleti batıracaklarına bu kadar inanmış ve kendi kararlarıyla kendi kendilerine zarar verecekleri endişesiyle sürekli vasi arayışı içinde olmalarının, biraz da bu tohumların zaman içinde serpilip yeşermesiyle ilgili olduğunu ileri sürmek yanlış değildir sanırım.
Sömürgecilikten kurtulmak sömürgecinin fiilen ülkeyi terk etmesiyle mümkün olmuyor maalesef. Sömürgecilik, sömürülenin zihniyet dünyasında da çok ciddi bir tahribat yaratıyor. Ve bu tahribat giderilmeksizin, sömürge halkı bu niteliğinde hakiki bir dönüşümü gerçekleştirmeye bir türlü muktedir olamıyor. Başkalarını bilmemekle birlikte, ihtiyaç duyulan dönüşümü gerçekleştirmek konusunda benim aklıma, hata yapmayı, bedel ödemeyi göze alarak bir tür haysiyet siyasetini kararlılıkla hayata geçirmekten başka bir şey gelmiyor. Belki birileri “haysiyet karın doyurmaz” diyecek ama bugün karınlarımızın tok olması, haysiyet açlığının ruhlarımızda ve beyinlerimizde yarattığı guruldamanın rahatsızlığını bir türlü ortadan kaldırmıyor.