Oğuz Ufuk Haksever
haksever2309@gmail.com
Zülfü Livaneli’nin ”Son Ada” isimli eserini herkes okumamış olsa da, eminim ki birçok kişi elbet duymuştur. Livaneli kitabında martılara, denize, komşuluğa ve de en önemlisi huzura ev sahipliği yapan bir adadan bahsediyor. “Son Ada”dan. Bir adada doğa ile iç içe hayat süren, bir birleriyle iyi ilişkiler içerisinde olan ve huzurun hâkim olduğu insanların hikâyesini anlatıyor Livaneli. Denizin sahili yalayan dalgaları ve adeta bir şarkı gibi aynı ritimle buna eşlik eden martıların adası bu ada. Adada her şey huzur ve daha da önemlisi barış içerisinde sürüp giderken tüm bu düzen emekli bir generalin adaya gelmesi ve bu huzuru alt üst etmesi ile darmadağın oluyor. Bu general önce denizin martılarla olan ahengine el uzatıyor, daha sonra ise insanları değiştirmeye, aralarındaki huzuru darmadağın etmeye başlıyor. Elbet aralarında değişmeyen, tüm bu olanlara karşı çıkanlar oluyordu. İşte bu insanlar, martıları denizle, adanın insanını da huzurla tekrar birleştirmek isteyen, son adayı kurtarmaya niyetli olanlardı.
Livaneli’nin bu romanını yanılmıyorsam üniversiteye yeni başladığım zamanlarda okumuştum. Hikâyenin bir adada geçiyor oluşu ve olay örgüsü ile bu roman bana çok tanıdık gelen bir ütopyaya benziyordu. Bizim de bir zamanlar ormanlarımız, tertemiz sahillerimiz, huzur dolu ve barış içinde bir adamız vardı. Bu adanın toplumları olarak çok geçmişlerde barışı kaybettik. “Toplumsal” ama bir o kadar da “bireysel” çıkarlar uğruna, barış elimizden kayıp gitti. Bölünmüş adanın bir yarısında, yarım ve eksik bir toplum olarak devam ettik adadaki yaşamımıza. Daha sonra adım adım, tıpkı romandaki gibi hissettirmeden, en küçükten başlayarak gerçekleşti benzer bir olay örgüsü. Dağlarımız delinmeye, bahçelerimiz kurumaya ve fabrikalarımız kapanmaya başladı. Belki de “aklımızca” gelişiyor, araba, ev ve devlet işi sahibi oluyorduk ama doğamız, bir ada olarak en önemli varlığımız ellerimizden kayıp gidiyordu.
Kurbağanın farkına varmaması için direkt kaynar suya atılmaması misali, yavaş yavaş ısınıyordu suyumuz. Artık o eskilerimizin dediği “Rum’dan kaçarak kalenin deliğinden denize giderdik” lafına karşılık, bizler de dış sermayenin lüks, bazen içine bile giremediğimiz otellerinin arasından denize girmeye çalışır olduk. Adamızın dört bir yanını çevreleyen, aynı romandaki gibi sahillerimizi yalayan deniz artık otel temellerini yalar, biz de o denizi gün geçtikçe göremez olduk. Artık sahillerimiz deniz manzaralı kumarhanelere dönmeye başladı teker teker. Hani şimdilerde bizim gidip yürüyemediğimiz, fakat dışardan gelenlerin “kapalı turizm” yaptığı otellerin kumarhanelerinden bahsediyorum. Daha sonra tüm boş arazilerimiz ve hatta bataklıklarımız dahi imara açılır oldu. Gelişmeyi, kalkınmayı da her şeyi kopyalar gibi dıştan alır veya verilir olduk. Tıpkı romanda da olduğu gibi, önce deniz, doğa ve çevre hedef alındı. Ta ki yavaş yavaş suyu kaynatana kadar.
Daha sonra insanlara döner oldu bu değişim, huzura gelir oldu sıra. İlk olarak adamızın diğer tarafında kalan yarısıyla barışmak isteyenler “Rumcu” ilan edildi, ötekileştirildi. Daha sonra kültürümüz yeniden şekillendirilmek istendi. Yeniden, yeni bir toplum yaratmaktı hedef oysaki. Yeni normale, yeni düzene yeni bir ada yarısı, yeni bir insan yani toplum gerekiyordu. İşte belki de ilk o zamanlar baş gösterdi suyun ısınmaya başladığını söyleyenler. Aramızdaki bazı “kurbağalar” romanda yer alan bazı insanlar gibi suyun sıcaklığının arttığını hisseder oldular.
Ancak bu ısınmanın bir sonu olacak, dur, durak bilecek gibi değildi. Ada yarısının iç meselelerine müdahaleler artar, demokratik irademize baskılar yapılır hâle geldi. İnsanlar değişmeye, değiştirilmeye başlıyordu. Romandaki gibi bazıları güçten, bu değişimden yana yer alırken, diğerleri yine aynen oradaki hikâyede olduğu gibi direnmeye çabalıyorlardı. Son olarak ise hızla artan bu kaynama yargı bağımsızlığına kadar uzandı. Belki de onlarca yıldır kaynayan bu suda sona kalan tek şey insanlar arası huzurun da elden kaydığı, kaynayıp buharlaşma ile yüz yüze olduğu noktaya geldik. Hikâyede yer alan insanlar gibi herkes bir taraf olmaya başlamış, ötekileşmiş ve eski huzurdan eser kalmamasını bekler gibi olmuşuz.
Sizlerle Livaneli’nin Son Ada romanının sonunu paylaşmayacağım. Ne romanı okumayanlar için “spoiler”, yani hikâyenin sonu hakkında kopya vermek isterim, ne de okuyanlar ve sonunu bilenler için adamızın gidişatı hakkında benzetme yapmış olmak isterim.
Fakat bildiğim tek şey şu ki, romanda yer alan her türlü baskıya, yıldırmaya karşı çıkan insanlar bizim adamızda da varlar. Nasıl ki onlar martıların âdeta müzik edasındaki sesini, sahili yalayan denizle buluşturarak adada var olan huzuru yeniden tesis etmek istiyorlardı, bizim de adamızda deniziyle, dağıyla, ormanıyla, insanıyla ve en önemlisi barışıyla bu adadaki huzuru kaybetmemek isteyen insanlarımız vardır.
Livaneli çok güzel bir hikâye, olay örgüsü kurgulamış. Ancak bizim yaşadığımız sonu hüzünle bitme ihtimali olan basit bir romandan ibaret değil ne yazık ki. Bizim unutmamamız ve oradaki insanlar gibi mücadele etmemizi gerektiren şey, bizim ilk adamızın, son adamızın, hatta tek adamız da Kıbrıs oluşudur.