Corona günlerinde, yeni veya farklı bir şeyle karşılaşmıyoruz aslında.
Sadece 'normal zamanlarda' içinde taşıdığımız ve içinde olduğumuz şeyleri daha da bir şiddetli, daha da bir yıkıcı ve daha da bir kötücül şekilde dışımıza kusuyoruz.
Muhalefet, iktidar ve yaşama alışkanlıklarımız yok olmadı; sadece davranışlarımıza hakim olan güdü artık gerçekleştirilemez olanın laneti haline geldi. Herkes normale dönmeyi arzuluyor, fakat bir şeylerin sonlandığıyla, sonlanabileceğiyle yüzleşmekten kaçınıyor; bir şeylerin sonunun idrakına varamıyor, sonu düşünemiyor.
***
Alışkanlıklar, konfor alanları ve irili ufaklı iktidarcıklar içinde kendi kendini tatmin eden insan, konumunu kaybetmek istemez. Adalet, eşitlik veya özgürlük istese de hep 'ama'larla ular cümlelerini; tüm sloganlar kendisine dokunmadığı sürece kullanışlıdır. Bundan dolayı içi boş özgürlük cümleleri kurar. Düzeni en çok eleştirenlerin, çoğu zaman çemberin ne içinde ne de dışında olduğunu görürüz. Çünkü çemberin ta kendisidirler.
***
Felaket karşısında, çoğumuz 'yeni' olan şeyi arıyoruz. 'Yeni zamanı', 'yeni düzeni', 'yeni normali', veya 'yeni dünyayı'! Ne kadar cüretkar, ne kadar maceraperest ve ne kadar saf bir arzu! Halbuki 'eski' dediğimiz sorunlarla, değerlerle, yaşamlarla ve üretim-tüketim alışkanlıklarıyla yüzleşmekten, onları dert etmekten kaçınıyoruz.
Sanki 'gökten zembille' bir 'yeni normal' gelecek. Halbuki bugün yaşadığımız felaket ve felaketin açığa çıkarttığı trajediler, tam da 'eski'nin taşıdığı, ürettiği ve açığa çıkarttığı, hakim değer ve iktidar biçimlerinde gizlenmekte. Bugün hem yerel hem de küresel ölçekte yaşadığımız acizlik durumu, zaten eskinin içindeki alametlerden kendisini duyuruyordu.
***
Dün 'yarın' diye bir şey var mıydı? Gelecek tahayyül edilebilir bir şey miydi? Hep gelecekten çalarak yaşamaya alıştırılmadık mı? Mesela borçlanarak. Bankadan borçlanarak, yer yüzünden-doğadan çalarak, gökyüzünden alarak, topraktan yok ederek, toplum olabilme potansiyelimizden borçlanarak, 'kazanabilme' ihtimalinden borçlanarak, 'başka bir yaşam' olasılığından borçlanarak, yarından, gelecekten borçlanarak kurmadık mı şimdiyi? O borç ki hiç bir zaman yerine geri ödenemeyecek; ama yoksunluklar, yoksulluklar ve yıkımlar olarak da geri dönecek.
***
Ve bu 'uygarlığın borç' yüküne karşılık, 'şimdinin hakimiyetinin' bedeli olarak gelecek tahayyülünden vazgeçmedik mi?
Gerçekten geleceği mi arzuluyorduk? Yoksa gelecekten çalarak şimdinin sonsuzluğunu mu? Ve evet, yüzleşemediğimiz mesele de bu işte. Geleceğimizi şimdinin rendesinden geçirdik. Sadece kendi geleceğimizi değil, doğanın, yeryüzünün ve gök yüzünün; insan dışındaki canlıların ve toprağın da geleceğini şimdinin acımasız rendesinden geçirdik. Şimdi ile özdeşleştik. En büyük korkumuz ise, şimdinin sona erebileceği korkusu oldu. Bundan dolayı da bu korkuyu hiç aklımız getirmedik. Hem kaçtık. 'Şimdi'nin hiçbir zaman sonlanamayacağına inandık, bir gün bir son duygusunun gelip musallat olacağını, her şeyin son bulabileceğini düşünmekten hep kaçındık. Düşünmek istemedik. Çünkü 'şimdinin' yanıltıcı ve ayartıcı cazibesinin esiri olduk. Pandemi her şeyin sonunu getirmeyecek. Fakat bu salgın bize 'şimdinin' sonlanabilme ihtimalini gösteriyor. Yani bir son duygusuyla arz-ı endam ediyor. Belki de tam da böyle bir dönemde her şeyin sonlanabileceği düşüncesiyle haşır neşir olmanın tam zamanıdır.
***
Pek çok kişi 'yeni normalin' ürkütücü büyüsüne kapıldı. Halbuki nasıl ifade ederseniz edin, 'yeni'nin içindeki 'eskiyi' görmezden gelemeyiz. Çünkü şu an tartıştığımız 'yeni' de 'eski'nin içindeki yeniydi. Bizlerin tercih ettiği değil belki ama bizlerin yarattığı bir 'yeni'. Dolayısıyla yarını düşünmeye başlayacaksak eğer, geriye doğru bakmamız lazım. Mesela doğayı, yeryüzünü ve gökyüzünü yağmalamaya, ağaçlar ve hayvanlar üzerinde tahakküm kurmaya, gezegenin geleceğinden çalmaya devam ederek mi yaşayacağız? Her bir felakette yanlış bir şekilde 'doğanın intikamı' ifadeleri kullanılmakta. Halbuki doğa sadece doğa olmakta. İntikam gibi kelimeler insanın kendi niteliklerinden kalkarak doğaya yüklediği kişiselleştirilmiş anlamlar. Bu bile doğa üzerindeki hakimiyetimizi gösterir aslında. Doğa intikam almaz. Doğa sadece doğa olur. Ve biz insanlar doğa ile uyumlu olmadığımız için, kendimizi doğanın merkezine koyduğumuz için, felaketleri bile doğanın gazabı olarak niteleriz. Kimse doğal yaşamın insanın tasarlanmış 'ihtiyaçları' için sömürülmesini, yok edilmesini ve insanca tasarlanmasını dert edinmez halbuki. Corona virüsün de nedeni, çılgın laboratuvar deneyleri veya askeri teknolojiler değil, doğal yaşamın insan için sömürülmesinin ve yok edilmesinin bir sonucu.
***
Bugün yaşadığımız felaket şimdiden eski olarak ilan ettiğimiz dünyanın içinden çıkıp geldi. Doğanın talanı, geleceğin sömürülmesi, insanın merkezde olduğu ve tanrılaştığı bir hayat algısı, her şeyin, tüm kamusal hakların ve müştereklerimizin çitlenip sermayeleştirildiği bir düzen, ilerleme adına yapılan yıkımlar, uygarlığın huzursuzluğu...
***
Sadece bu mu? Hayır! Daha birçok şey sıralanabilir. Sadece şimdinin de sona erebileceği, bir son duygusuyla karşılaşabileceğimiz ve her şeyin sonsuzca aynı kalamayacağı düşüncesiyle barışık olmayı deneyelim. Kendimizi dünyanın merkezinde sandığımız bu ada yarısının gasp edilmiş topraklarında, artık ne gelecekten ne de geçmişten borçlanarak yaşayabileceğimizi anlamamız gerekiyor. Bizi çevreleyen bu son duygusuyla kucaklaşmamız lazım. Aksi taktirde kendimizi kandırarak geçirdiğimiz zamanın gudubeti altında her gün biraz daha hiçleşeceğiz.