Umut Bozkurt
“Dünya nüfusunun yüzde 20si dünya çapında üretilen ürün ve hizmetlerin yüzde 86sını kullanırken, en yoksul yüzde 20lik kesim bu ürün ve hizmetlerin sadece yüzde 1.3’ünü kullanabiliyor”
(McMichael, Development and Social Change, Sage Publications, London, 2012, s. 16).
“Dünya üzerindeki tüm işler toplumsal cinsiyet esasına göre örgütlenmiştir ve dolayısıyla toplumsal cinsiyetin analize tali bir mesele olarak eklenmesi değil, analizin tam da merkezine oturtulması gerekmektedir”
(David Morgan, Berit Brandth and Elin Kvande (ed), (2005) Gender, Bodies and Work, Ashgate, Aldershot, 2005,.s. 19).
Sosyal adalet konusunu irdelemeye ayırdığımız bu sayı için hazırlanan bu yazıya herhalde şu tespitle başlamak yanlış olmayacaktır: günümüzdeki küresel sosyo-ekonomik sistemi belirleyen şey adalet değil, adaletsizliktir. Bu yapısal bir adaletsizliktir ve ardında sömürgeciliğe uzanan tarihsel bir arkaplan yatar. Bugün dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu gündelik hayatının her aşamasında çetin bir mücadele vermek durumundayken, imtiyazlı bir azınlık dünya üzerinde üretilen ürün ve hizmetlerin büyük bir çoğunluğunu kullanma lüksüne sahiptir.
Bu yazıda amaçlanan şey sosyal adalet meselesinin toplumsal cinsiyet boyutunu irdelemektir. Yapılan araştırmalar dünya yoksullarının önemli bir çoğunluğunun kadınlar olduğunu gösteriyor. Kapitalist sisteme içkin yapısal adaletsizliğin neden en çok kadınları vurduğu sorusu kuşkusuz tartışılmayı hak ediyor. Bu soruyu tartışmaya girişmeden önce şu konunun altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal cinsiyeti odak alan meseleler ne yazık ki çoğu kez tali meseleler, tali sorunlar olarak görülüyor. “Ana sorunlar” olarak görülen barış müzakareleri, ekonomi politikaları, emek mücadeleleri gibi süreçler tartışılırken “toplumsal cinsiyet” meselesini gündeme getirmemize çoğunlukla erkek meslektaşlarımız tepki gösteriyorlar. “Yine mi toplumsal cinsiyeti gündeme getiriyorsunuz? Konumuz başka, neden bu konuyu araya sıkıştırıyorsunuz?” gibi yorumlar yapılıyor.
Oysa, yukarıda Morgan ve diğerlerinden yapılan alıntıda olduğu gibi, bu yazıda toplumsal cinsiyet bir tali mesele olarak değil, tam da meselenin kalbi olarak ele alınıyor. Zira “dünya üzerindeki tüm işler toplumsal cinsiyet esasına göre örgütlenmiştir” ve aslında dünya, kadınların ücretsiz emeği üzerine yükselir. Toplumsal cinsiyet kalıpları, önyargılar ve gelenekler sonucunda kadınların birincil sorumluluklarının ev işleri olduğunu varsayan bir yaklaşım hakim görüştür. Kadınların ev işlerinin önemli bir bölümünü yüklenmelerinin çeşitli sonuçları bulunur. İlk olarak, ‘piyasa’nın ‘ücret’ ya da ‘kâr’ açısından tanımlanması, kadının emeğinin sürekli olarak küçümsenmesine ve ev işlerinin dikkate alınmamasına yol açar. Kadının evdeki emeği (çocuk bakımı da dâhil) kâr getiren bir etkinlik olarak değerlendirilmediğinden bu emek görünmez olur. Öte yandan, ücretsiz emekteki artış kadının iş ve başka gelir kaynakları bulma kapasitesinin önemli ölçüde azaltılması anlamına gelir ki bu da kadınlar arasında yoksulluğu artırır (GAT, Kıbrıs’ta Kadınların Barışı: Kadınlar, Barış ve Güvenlik konularına ilişkin BMGK 1325 Kararının Uygulanması Konusunda GAT’ın (Toplumsal Cinsiyet Danışma Kurulu) Önerileri, Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü (PRIO), Lefkoşa, Rapor 3/2012, s. 12).
Peki daha genel bir soruyla başlayacak olursak, içinde yaşadığımız küresel sistem neden böylesi bir sosyal adaletsizlikle belirleniyor? Sömürgeciliğin mirasını tartışmaksızın bu soruya bir yanıt vermenin imkânsız olduğunu düşünüyorum. 1500’den 1950’ye uzanan, 450 yıllık bir deneyimden söz ediyoruz. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Belçika, Fransa, İtalya, Almanya gibi sömürgeci ülkeler sömürgeleştirdikleri ülkelerde ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik bir yeniden yapılandırma sürecini yürütüyordu. Sömürgeciliğin insani faturası çok ağır oldu. Yüzlerce insan ağır çalışma koşulları altında hayatını sürdürdü, doğdukları topraklardan koparıldı, sömürgeci ülkenin başka sömürgelerinde çalışmaya zorlandı. Sömürülen ülkelerin ekonomileri tamamıyla sömürgecinin talep ve ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırıldı. Nöbel ödüllü Hintli ekonomist Amartya Sen, Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğinin önemli bir etkisinin büyük çaplı kıtlık olduğu tespitini yapar. Bunun sebebi ise 1890 ve 1940 arasında Hindistan’da nüfusun yüzde 40 oranında artmasına rağmen, yerel besin üretiminin azalması ve üretimin pamuk, çay, şeker kamışı ve fıstık gibi ihracata yönelik ticari ürünlere odaklanmasıdır (McMichael, s. 34).
En temelde sömürgecilik endüstrileşmiş Batı’nın 16.yydan sonra dünyanın geri kalanını yörüngesine oturtması ve o andan itibaren de o ülkelerdeki ekonomik yapının sömürgeci ülkenin ihtiyaçlarına göre yeniden tanzim edilmesi anlamına geliyor. Dünya ekonomisi o noktadan sonra sömürgeci ve sömürgeleştirilen ülkeler arasında bir iş bölümüne sahne oluyor. Avrupa ülkeleri sömürgeleştirdikleri ülkeleri hammadde deposu olarak kullanırken, bu ülkeleri kendi imal edilmiş ürünlerini ihraç edecekleri piyasalar olarak değerlendiriyorlar. Kimi yazarlar şu soruyu soruyorlar. Eğer farazi bir senaryoda endüstrileşmekte olan Avrupa güçleri sömürgeleştirilen ülkeleri sömürgeleştirmeseydi yine bu ülkeler yoksul olmaz mıydı? Kimi ülkeler olabilirdi. Ama yoksulluktan yoksulluğa da fark var. Kapitalizm ve sömürgecilik yoksulluk koşullarında insanların dayanabileceği, bu sayede ayakta kalabileceği herşeyi metalaştırarak ilerliyor. Böylesine büyük bir tahribat yaratması bu yüzden. Örneğin geleneksel toplumlarda tarımsal işler ailelerini doyurmak sorumluluğunu üstlenen kadınlar tarafından yürütülüyordu. Sömürgeciliğin neticesinde ise erkeklerin ihracata yönelik ürünlerin yetiştirilmesi için tarım alanında çalışmaya başlaması yeni toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine yol açtı. Kadınların geleneksel toprak kullanım hakları özel mülkiyete dayalı bir sistemle değiştirilince, besin üretiminde de azalma sözkonusu oldu. (McMichael, s.34). Böylesi bir sistemin neden pek çok sömürgeleştirilmiş ülkede kıtlığa yol açtığını anlamak güç değil.
Sömürgecilik, küresel ekonomik sistemin yapısal karakterinin neden sosyal adaletsizlikle belirlendiğine dair genel bir çerçeve sunuyor bize. Sömürgeciliğin 1950’lerde sona ermesiyle birlikte o miras üzerine yükselen bir küresel düzenle karşılaşıyoruz. 1980’lerden sonra ise neoliberal paradigmanın yükselişe geçmesiyle birlikte piyasaların hükmettiği bir ekonomik düzen tesis edildi. Her şeyi metalaştırma çabası içinde olan bu düzenin kadın yoksulluğu üzerinde de önemli bir etkisi oldu ve hali hazırdaki sosyal adaletsizliği kadınlar aleyhine daha da derinleştirdi.
2011 yılında yapılan bir araştırmaya göre, dünya üzerinde yaklaşık bir milyar insanın açlık sınırında yaşadığı ortaya çıktı. Bu bir milyar insanın önemli bir kesimi kadınlardan oluşuyor (McMichael,2012, 242). Ekonomik küreselleşme dünyada yeni iş bölümleri, yeni hiyerarşiler oluşturuyor. Bu yeni hiyerarşilerin en altında her zaman kadınlar var. Batı’daki imtiyazlı tüketici için Üçüncü Dünya ülkelerinde ucuza mal edilen ürünler çoğunlukla korkunç çalışma koşulları altında karın tokluğuna çalıştırılan kadınlar tarafından üretiliyor. Örneğin üçüncü dünya ülkelerinden ihraç edilen tarım ürünleri (gül, elma, yeşil fasülye, avakado vs) endüstrisi çalışanlarının yüzde 50’sinden fazlası kadın ve bu oran kimi ülkelerde yüzde 90’a kadar çıkıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü bu sektörlerde çalışan kadınların uzun saatlere, az maaşa, güvencesiz olarak çalıştırıldığını, üstüne üstlük cinsel önyargılar ve kimi zaman cinsel tacize maruz kaldığının altını çiziyor (McMichael, 170).
Tarım işçilerinin maruz kaldığı bu insanlık dışı çalışma koşulları çocukları da kötü etkiliyor. Bir başka araştırmaya göre, 2003-2004 yılları arasında Hindistan’ın bir eyaletinde pamuk tohumu çiftliklerinde çoğu yüzde 85’i kız olan 10 yaşın altında 83,000 çocuk çalıştırılmış. En alttaki kasttan gelen bu çocuklar ailenin borçlarını ödemek için bir borç senedi karşılığında günde 13 saat boyunca çalıştırılmış. Zehirli tarım ilaçlarını soluyan çocukların sıklıkla baş ağrısı ve mide bulantısından şikayet ettikleri görülmüş (McMichael, s. 170-171).
Küresel kapitalizm sadece kadın emeğini küresel hiyerarşinin en altına yerleştirerek, en ucuz, en güvencesiz işleri kadınlara yaptırarak ilerlemiyor. Aynı zamanda bunu kadınlara büyük bir duygusal/psikolojik bedel ödeterek de yapıyor. Örneğin gelişmiş ülkelerde (ve son dönemde adamızın iki yarısında da) önem kazanan göçmen kadın emeği, bir taraftan imtiyazlı ailelerin çocuklarına, yaşlılarına bakım sağlanmasını mümkün kılarken, olan bu göçmen kadınların kendi çocuklarına oluyor. Anneleri imtiyazlı ailelerin çocuklarına bakarken bu çocuklar küçük yaşta annelerinden ayrılarak aile büyüklerinin insafına terkedilmiş oluyorlar.
Peki önümüzdeki resim neden böyle bir resim? Neden sosyal adaletsizlik en çok kadınları vuruyor? Bu soruya bu kadar sınırlı bir makalede derinlemesine bir yanıt verebilmek mümkün değil. Ama üzerinde düşünülmesini umduğum birkaç önemli faktörden bahsetmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Geleneksel olarak kadınların sürekli harcadığı, hem fiziksel hem de duygusal boyutları olan, ev işleri, çocuk bakımı, aile bireylerinin duygusal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir görünmeyen emek söz konusu. Bu emek maddi bir değere dönüşmüyor, o yüzden de görünmez hale geliyor. Öte yandan kadınların geleneksel olarak erkeklere göre daha az ekonomik (toprak, mülk, kredi vs) ve eğitim olanaklarına sahip olması da kadınlar aleyhinde bir adaletsizlik oluşturuyor. Eve ekmek getirenin esasen erkek olduğu algısı da bu koşulları besliyor. Dolayısıyla yoksulların önemli bir kısmının ya piyasadaki en düşük maaşı alan ya da ev içi emeği değerlendirilmeyen kadınlar olması şaşırtıcı değil.
Bitirken, bu yazının bir son söz söyleme iddiasından çok, farklı bir düşünce tarzına davet etme amacını taşıdığını belirtmek istiyorum. Yinelemek gerekirse, toplumsal cinsiyeti önemli ve ana sayılan dünya meselelerine dışsal bir kategori olarak görmek yerine, dünya üzerindeki tüm işlerin toplumsal cinsiyet esasına göre örgütlendiğini görünür kılmak gerekiyor. Dünyanın neden böyle adaletsiz bir yer olduğunu sorgulayabilmek için ise toplumsal cinsiyetin, sınıf, hatta ırk, etnik kimlikle, göçmenlikle keşiştiği yerden başlamak gerekiyor. Zira yoksulluk her durumda zorludur ama yoksul, siyah ve göçmen bir kadın olma hali deneyimlenebilecek en zorlu durumdur...