Umut Bozkurt
bozumut@gmail.com
Sosyal bilimler alanında çalışan bir akademisyen olarak bugünlerde üzerinde düşündüğüm sorular var. Bir akademisyenin temel amacı ne olmalıdır? Donanımlı öğrenciler yetiştirmek mi? Özgün araştırmalara imza atmak, bunları uluslararası bir okuyucu kitlesiyle paylaşmak mı? Kamusal meselelere ilişkin taraf olmak mı? Sözünü toplumsal adaletsizliklere karşı tavır almak için sarf etmek mi?
Ben geldiğim gelenek itibarıyla, sosyal bilimler alanında çalışan bir akademisyenin bu amaçların hepsini kendisine hedef koyması gerektiğini düşünenlerdenim. İyi öğrenci yetiştirmek, özgün uluslararası yayınlar yapmak ve kamusal meselelerde adaletsizlikler karşısında taraf olmak birbirinden ayrılamaz bir bütündür ve bu yüzden bu mesleği hakkıyla yapabilmek çok güçtür, çok çalışmayı, inatla çalışmayı gerektirir.
Böylesi amaçlarla yola çıktığınız zaman, bugün sosyal bilimler alanında yaşanan kriz daha bir açık saçık görünür hâle geliyor. Bu krizin bizdeki yansımalarına sonra değineceğim. Ancak öncelikle sosyal bilimler alanında kurduğu egemenlikten ötürü Anglo-Amerikan sosyal bilimler dünyasına dair bazı gözlemlerimi paylaşmakla başlayım.
Bundan iki hafta kadar önce “The International Studies Association”ın (ISA) düzenlediği bir konferansa katılmak için Toronto’daydım. Dünyanın farklı yerlerinden gelen 4000’den fazla sosyal bilimci dört gün boyunca aynı anda süren onlarca panelde çalışmalarını paylaştılar, fikir alışverişinde bulundular. Bu dört günde muhtelif paneller dinledim, farklı insanlarla tanıştım. Ancak bütün bu süreçte beni içten içe rahatsız eden bir şeyler vardı. Öncelikle, kapitalizmin kıran kırana rekabet ortamının Anglo-Amerikan akademiyasını da oldukça belirlediğini düşünüyorum. İngiltere’de olduğum yıllarda da gözlemlediğim üzere, her yıl binlerce doktora öğrencisinin yetiştiği bir ortamda akademide tam zamanlı iş bulmak son derece zorlaştı ve herkes inanılmaz bir rekabetle boğuşuyor. Esnek çalışma koşulları üniversitelerde de uygulandığından ötürü, doktora yapan pek çok insan çok az maaşla, yarı-zamanlı çalışmak zorunda kalıyor. Bu rekabet duygusu insanları sürekli kendisinin diğerlerinden farkını öne çıkarmaya zorluyor. Pek çok sunuşta görünür hâle gelen tavır “benim tebliğim, benim özgül katkım” şeklindeydi- ki bunu iddia edenlerin her zaman özgül bir katkı yaptığını söyleyemeyeceğim. İngiltere’deki arkadaşlarımla konuşmalarımda bu rekabet duygusunun pek çok bölümde nasıl ağır bastığını, öğretim üyelerinin birbirleriyle işbirliği yapmak yerine kıran kırana bir mücadele içinde olduğunu öğrendim.
Böyle şeyleri duyunca aklıma onlarca soru üşüşüyor: Akademi ne zamandan beridir kendini gerçekleştirme amacından ibaret bir şey oldu? Peki, toplumsal mücadelede yer almak, toplumsal adaletsizliklere karşı tavır almak, sözünü kendi biricikliğini kutsamak için değil, toplumsal bir meselede taraf olmak için sarf etmek ülkülerine ne oldu? Ne yazık ki Yeni Sağ’ın yükselişe geçtiği 1980’lerden sonra Kuzey Amerika ve İngiltere’de sosyal bilimler rekabete dayalı bir bireycilik anlayışının kutsandığı bir ortam haline geldi. Elbette bu ortama direnen ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle sesi daha da gür çıkan Eleştirel Teoriler de bu döneme damgasını vurdu, ancak bu sesler oldukça cılız kaldı.
Dahası, sosyal bilimlerin tek sorunu, birbirine karşı yarışan yarış atları haline getirilen sosyal bilimcilerin kurulu düzene karşı ortak bir tavır alabilmelerinin önünün kesilmesi değil. Bugün Anglo-Amerikan dünyasının egemen olduğu sosyal bilimlerdeki en önemli krizin, belli kesimleri sessizleştirmesi, marjinalleştirmesi olduğunu düşünüyorum. Uluslararası ilişkilerde ana akım olarak tabir ettiğimiz Realizm ve Liberalizm’in bu sessizleştirme sürecinde önemli sorumlulukları var. Liberalizm’in “insan hakları”, “vatandaş” ve devlet arasında yapılan “toplumsal sözleşme” gibi kavramlarının ardında her durumda kendi çıkarını gözeten, topluma öncel bir kategori olarak “birey” kavramı gelir. Realizm’in temelinde ise devletlerin kerameti kendinden menkul bir “milli çıkarı” gerçekleştirmek için harekete geçtikleri ve her durumda bencil bir şekilde hareket ettikleri ve diğer devletlerle işbirliğine gitmeye meyilli olmadıkları öğretilir. Realizm’in bir başka temel argümanı da uluslararası ilişkilerde adalet, etik gibi kavramlara yer olmadığıdır. Güçlü olan devlet kendi adaletini de dayatır.
Üniversitede verdiğim derslerde en tuhafıma giden şey ise, bu konular konuşulurken pek çok Afrikalı -ve her nedense erkek- öğrencimin özellikle Realizm’e duyduğu sempatidir. Sosyal bilimlerde bir tür büyük balık küçük balığı yutar anlayışının ürünü olan Realizm’e duyulan bu sempatiyi hazin bulurum. Zira insanlık tarihi, şiddetin tarihidir. Sömürgeciliğin, yerinden edilmenin, köleleştirilerek doğduğun topraklardan kilometrelerce uzakta iraden dışında çalıştırılmanın, hizmet etmek durumunda kaldığın sömürgeci patronların bitmek bilmek tacizlerine ve tecavüzlerine maruz kalmanın tarihidir. Realizm’i kutsayan bu genç öğrencilerin çoğunun ataları da böyle zorbalıkları deneyimlemişlerdir. O çekilen acılar şimdi hafızalardan silinmiş, uluslararası ilişkilerden adalet ve etik duygusunu dışlayan, her durumda kendi çıkarlarına hizmet etmeyi kendine şiar edinmiş devlet kavramını baş tacı eden bir gelenek hâkim görüş, ana akım hale gelmiştir. Öte yandan, başkalarıyla olan işbirliği ilişkilerini hep kendi çıkarını gerçekleştirmeye hizmet edecek bir çerçevede kurgulayan Liberalizm’in de sorunları kaydedilmelidir. Ki, Feministler, bu her durumda kendi çıkarını düşünen birey kavramının kadınların deneyimlerini dikkate almadığını, en temelde orta sınıf, beyaz erkeklik üzerinden böylesine “evrensel” bir kategori oluşturulduğunu söyler. Dahası, Liberalizm’in kutsadığı insan hakları, toplumsal sözleşme gibi gerçekten uzun mücadeleler sonucunda gelişen süreçlerin arka planında da sömürgeciliğin ve şiddetin yattığı gerçeği inkâr edilemez. Nobel ödüllü Hintli ekonomist Amartya Sen, Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığı 1947’ye dek Hindistan’da sık sık baş gösteren açlık dalgasından bahseder. İngiltere’nin Hint halkını doyurmak gibi bir gailesi yoktur, topraklar ihraç ürünlerin yetiştirilmesi için düzenlenmiştir. Aynı sömürgeci İngiltere bugün “demokrasi kültürünün” ve “demokrasi bilincinin” anavatanı olarak görülür. Dolayısıyla sosyal bilimler bugün kendi çıkarını gözeten ve ancak ona hizmet eden işbirliklerini kuran bireyleri ve “milli çıkarı” uğruna hareket eden ve güçlünün kendi hukukunu da oluşturduğu devletleri temel savı haline getiren Liberalizm ve Realizm gibi dünya görüşlerini baş tacı eder ve normalleştirirken, sömürgeleştirmenin şiddetine maruz kalanlar, kadınlar, azınlıklar sessizleştirilir ve deneyimleri önemsizleştirilir.
En azından Batı’da buna dair tartışmalar da yükselmiş durumda. Uluslararası ilişkilerin kimleri sessizleştirdiği, nasıl araçlarla sessizleştirdiği üzerine ateşli tartışmalar yürütülüyor. Bizim gibi çevrenin de çevresi olarak görülen ülkelerde ise kurama yönelik eleştirel düşüncelerin ortaya çıkması nadiren görülüyor. Burayı kavramsallaştırmaya yönelik kuramsal çabalar yerine, genelde teorik çerçevenin Batı’dan alındığı ve buradan da ampirik materyalin toplandığı bir durumla karşılaşıyoruz. Bryan Turner’in de altını çizdiği gibi, Batı dışındaki bağlamlar hep bir “Eksiklik Kuramı” içinden anlamlandırılıyor. Bu kuram Batı’nın ilerici özelliklerini hep Doğu’nun toplumsal durağanlığıyla açıklar (Bryan Turner, Orientalism, Postmodernism and Globalism, Routledge, 1994, s. 22). Doğu ülkelerinde Batı’daki gibi endüstri devrimi gerçekleşmemiştir, yeni bir düzen için mücadele edecek bir burjuvazi oluşmamıştır, ve özellikle İslam’ın hâkim olduğu Orta Doğu ülkelerinde burjuvazinin oluşmayışı feodal yapıların süregitmesinin sebebi ve kapitalist ekonomik kalkınmanın ve siyasi demokrasinin gelişmesinin önündeki en önemli engeldir (Turner, Orientalism, Postmodernism and Globalism, s. 22). Buradaki sorun bir yandan Batı dışı bağlamları anlamak için Batı’nın değillemesinin ötesine geçen bir kuramsal çerçeve oluşturulamaması ise, öte yandan, Batı’daki modellerin herhangi bir eleştiriden muaf kılınmasıdır. Örneğin, devletin toplumla ilişkisini vatandaşlar ve devlet arasında bir toplumsal sözleşme üzerine kuran Liberalizm, en temelde sınıf olgusunu kamusal alandan dışlayarak “formel ve eşit bireyler” vurgusunu yapar –sanki farklı sınıflardan müteşekkil bir toplumda herkesin devletle eşit bir ilişki kurması mümkünmüş gibi...
Üçüncü dünya ülkelerine baktığımız zaman ise, akademinin tamamıyla bu bireyci, rekabetçi kültüre yenik düşmediğini, sosyal bilimcilerin kamusal meselelere müdahil olmak gibi gaileleri olduğunu görüyoruz. Zira son tahlilde bir dönüşüm yaratabilmek için kuramla pratiği birleştirmek gibi bir kaygı halen pek çok sosyal bilimcide söz konusu. Ancak Kıbrıs özelinde daha farklı sorunlarla karşılaşıyoruz. Özgün araştırmalar yapmak konusunda ciddi sıkıntılar var. Muhtemelen tanınmamanın, dünyadan kopuk olmanın daha da mümkün kıldığı intihalciliğin ülkemizde sıklıkla görüldüğüne tanık oluyoruz. Ancak yayın üretimini etkileyen önemli bir başka faktör de ağır ders yükleri. Kalabalık sınıflarda, sayıları elliye varan öğrencilerin olduğu derslerde, dönemde dört, kimi zaman beş ya da altı ders verirken üretebilmek çok kolay değil. Dahası son yıllarda emeğin esnekleşmesiyle giderek artan bir süreç olarak üniversitelerin yarı-zamanlı öğretim görevlisi çalıştırmasının da üretkenliği ciddi şekilde baltaladığını düşünüyorum. Her dönem başı ders verip veremeyeceğini son dakikaya kadar bilemeyen, ders başına verdiği derslerden aldığı üç kuruş maaşla geçinmeye çalışan insanların huzurlu bir şekilde özgün araştırmalara imza atabilmeleri zor zanaat.
Yazıya bir akademisyenin temel amacı ne olmalıdır sorusuyla başlamıştım. Ona Marx’tan bir alıntıyla yanıt vereyim: “Filozoflar dünyayı, yalnızca, çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa esas mesele onu değiştirmektir”. Değiştirmek sokaklarda adalet arayışı için yürüyen kesimlerin yanı sıra yürümekle gerçekleştirildiği kadar, insanlık tarihinin şiddet üzerine kurulmuş tarihinin görünür kılınmasıyla, sessizleştirilen kesimlerin neden sessizleştirildiği üzerine yazarak ve bu fikirleri genç kuşaklara aktarmakla mümkün olabilir. Dolayısıyla bir akademisyenin önünde zorlu ve çetin bir yol vardır. Dünyayı değiştirmek amacıyla harekete geçmek; ders verirken, araştırma yaparken, kamusal alanda sözünü söylerken her alanda ana akıma bir cephe açmak ve daha özgürlükçü, daha kapsayıcı, daha eşitlikçi bir dünyanın oluşturulması için çabalamak demektir. Elbette bu kolay bir ülkü değildir, ve ortalık akademiyi kişisel yükselme vesilesi olarak gören, söyleyeceği sözü bulunmayan, hayatla bir kavgası olmayan titr budalalarıyla doludur. Ama güzel olan her daim daha zordur ve son tahlilde tarihe küçük de olsa bir iz bırakabilecekler rüzgâr gülleri değil, akıntıya karşı yüzecek, bambaşka bir dünyanın müjdesini verebilecek olanlardır...