Halil USKURİ
İlkokulda “Hayat Bilgisi” isimli bir dersimiz vardı. Bu dersin amacı trafik kurallarından, çevreyi korumaya, acil durumlarda nereye ulaşmamız gerektiğinden, deprem anında ne yapmamız gerektiğine kadar çeşitli konularda bizleri eğitmekti. Bu konulardan biri demokrasi ve seçimlerdi. Neden oy kullanırız? Neden kullanmalıyız? Seçimler nasıl olur? Bunların hepsi Atatürk Devrimleri ile harmanlanıp bizlere öğretilirdi. Özet olarak demokrasi, herkesin ülke yönetimi hakkında fikrini söylediği ve insanların hangi fikri daha fazla beğenirse ona oy verdiği bir düzen olarak anlatılırdı.
Bizler hayat bilgisi dersi alırken, televizyonlar iyi bir eğlence aracıydı. Hangi kanalın, hangi programın izleneceği konusunda saat 8’e kadar sıkı bir mücadele verdiğimiz televizyonda genellikle otokratik bir yöntemle BRT izlenmesine karar verilirdi. O dönemlerde sınıfımızda fotoğrafı olan bir adam, televizyondakilerin dediğine göre, daha önce sınıfımızdan hiç kimsenin görmediği “vahşi, cani ve acımasız” Rumlardan biri ile, efsanevi, hiç kimsenin giremediği Ledra Palace adlı bir yerde görüşüyordu Daha sonrasında ara bölgeye yakın bir restorantın bahçesinden Ledra Palace’ı ve “Rum Tarafını” görme şerefine nail olmuştum.
BRT’de ve ara ara yine otokratik bir yöntemle izlememize karar verilen bazı Türkiye televizyonlarında, daha önce hiç duymadığımız, referandum adında bir şeyden bahsediliyordu. Dolayısıyla, referandum konusu hayat bilgisi dersi konularından biri oluverdi. Referandumda ne olacağı, neyin onaylanacağı, neden böyle bir şeye gereksinim duyulduğu öğretmenimiz tarafından açıklandı. Sokakta bazı arkadaşlarımızın bu referandum sonunda “geldikleri yere geri gideceği” konuşuluyordu ve öğretmenimiz böyle bir şeyin asla olmayacağı konusunda onlara teminat veriyordu. Sınıfta birçok yerden gelen arkadaşımız vardı ama “geldikleri yere gidecekler” denildiğinde aklımızda en fazla Çamlıköy belirmişti. Çünkü okula en uzak yer orasıydı. En fazla oraya gidebilirlerdi. Fakat referandum başarılı olamadı ve birçok arkadaşımız 9-10 yıl sonra Çamlıköy’den çok uzaklara gitti.
16 yıl sonra aslında ne olup bittiğinden, uluslararası hukuktan, Avrupa Birliğinden, iki toplumlu, iki bölgeli federasyondan, uluslararası konferanslardan pek haberimiz olmayan, olsa da bilgimiz olmayan zamanları düşününce aklımda kalan somut şeyler var.
Televizyonda daha az gördüğümüz fakat şekil olarak “vahşi, cani ve acımasız” Rumlarla görüşen adama biraz benzeyen, daha sonrasında onun yerine geçen televizyondaki diğer adamların pek sevmediği birinin gelip bize ne olacağını, evet denilirse neler olabileceğini, neden bu referandumun yapılması gerektiğini, uluslararası hukuku, Avrupa Birliğini anlattığını hatırlıyorum. Özet olarak Fenerbahçe Lefke’ye maç yapmaya gelebilecekti. Bizim için en önemli konu buydu.
16 yıl sonra az biraz siyasi bilgim ile, o dönemde askeri vesayetin zirvede olduğu, ülke tarihinin en büyük ekonomik krizinin yaşandığını, adeta bir demokrasi savaşı verildiğini idrak edip bugün yaşadığımız kaos ile karşılaştırınca şaşırmıyor değilim. O şartlarda birçok insan fikir yarıştırırken, bugün tam bir kaos ve kaostan beslenme var.
O gün sıkı sıkıya ortaklık kuran ve birçok arkadaşımızı, akrabamızı çok uzaklara gönderen bu düzeni tanıtma gibi ulvi bir görev üstlenenler yine umut ve korku salarak yapamadıklarını kapatmaya çalışıyor.
Annan Planı referandumu sırasında ve o güne kadar giden süreçte söyleyecek, yapacak hiçbir şeyi olmayanlar veya yapmak istemeyenler, Güney’deki komşularımızın bizi yok edeceği korkusunu muz bahçelerinde yaymakla meşguldü. Bir diğer kısmı ise elinde harita ile yerinden göç etmiş insanlara bir kez daha göç korkusu yaşatıyordu.
2020 Yılında durum pek farklı değil. Crans Montana’da yaşanan hayal kırıklığı ardından her geçen gün Kıbrıs’ın etrafındaki gerginlik büyüyor. Kıbrıs Sorunu ise bu gerginlikler, özne olan ülkelerin arasındaki anlaşmazlıklar ve var olan sorunların derinleşmesi ile yine şekil değiştiriyor. Tüm bunlar olurken barışa susayan coğrafyamızda barışı sağlama amacıyla bir uluslararası konferans öngörülüyor. Etrafımızda olan biten haricinde, çarşıda fiyatlar 1-2 yıl öncesine göre 2 katı artmış durumda. Tarım, turizm, sanayi, inşaat, yükseköğrenim, sağlık, ulaşım planlanamıyor.. Bütçe ya zamanında hayata geçmiyor, ya da Türkiye’den gelecek miktarlara dayanarak bir takım zayıf varsayımlar üzerine kuruluyor. Trafik her ne nedenden ötürü olursa olsun can almaya devam ediyor.
Tüm bunlar olurken siyasi ortama baktığınızda, ben yoksam sizde yok olursunuz, onurunuz gider, onursuz kalırsınız demekten çekinmeyen, tam 37 yıldır deneyip bir arpa boyu kadar yol alamadığımız statükoyu tanıtma umudu vaad eden statükonun yaratıcısı ve tek özelliği filancanın karşısında olması olan adaylar var. Diğer tarafta ise Tufan Erhürman gibi akıl yolunu, ekonomik, sosyal kalkınmayı, belirsizliği, artık sürmez duruma gelmiş sürer durumu sona erdirmeyi öne çıkaran, sırtında yumurta küfesi taşıyan biri var. Tıpkı hayat bilgisi dersinde öğrendiğimiz gibi fikirlerin ve yöntemlerin yarıştığı bir ortam yaratmak için uğraşan biri.
Popülizm ile bir yerlere gelip aday olanların söyleyecek bir şeyi kalmadığında ya korkuya, ya umuda sarılması doğaldır. Bugün yaşanan tam olarak budur. Büyük bir coşku ile kendinden olmayanın üzerine nefret kusuyorlar, korkutmaya çalışıyorlar, ötekileştirmeye çalışıyorlar. Fakat, onurunu koruduklarını ve sonsuza kadar yaşatacaklarını iddia ettikleri halkın ve devletin tüm değerlerimizi ayaklar altına aldıklarının farkında değiller.
En büyük kötülüğü de bunca yıldır ilmik ilmik işlenen, uğrunda canlar verilen değerlerimize, çadır köylerde, göç yollarında, gettolarda, madenlerde oluşturulan demokrasi bilincimize sıkı sıkı sarılıp, herkesi dinleyip karar vermek isteyen halka yapıyorlar.