Tuncer Bağışkan
Geçtiğimiz hafta Bufavento Kalesi’ni ziyaret ettikten sonra St. Hilarion Kalesi’ni de ziyaret etmek için Taşkent-Dikmen güzergahını izleyerek eski Lefkoşa-Girne anayoluna varmıştım. 1930’lu yıllarında bu yol Mustafa Belengi mevkiinden geçtikten sonra Boğaz’daki Hacı Musa çeşmesine ulaşmakta, sonra da şimdiki Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın kuzeydoğusundaki tehlikeli üç kıvrımı olan dar yol izlenerek ‘St. Catherina’ adıyla da bilinen Darboğaz geçidine ulaşılmaktaydı. Bu yol ölümle sonuçlanan çoğu kazalara neden olduğundan Nisan 1963 tarihinde trafiğe kapatılıp yerine başka bir yol yapılmıştı. Bir kısmı şimdi bile var olan eski yolu izleyerek tepeye ulaştıktan sonra St. Hilarion Kalesi yoluna sapıyorum. Yol boyunca 1964 – 1966 yılları arasında genç bir mücahit olarak geçici görev yaptığım Boğaz Sancağı, Şahinler Bölüğü Timsah Takımı, St. Hilarion Kalesi, Ada Tepe ve Doğru Yol anılarımı düşünürken kendimi kalenin giriş kapısında buluyorum.
1980’li yıllarda kalenin kumarhane olarak düzenlenip müşterilerinin Girne’den teleferikle buraya taşınması planları yapılmaktaydı. O yıllarda kumarhaneler ile gece kulüplerinin ateşli savunucusu olan bazı siyasilerimiz de durumdan vazife çıkararak bunun üzerine balıklama dalmışlardı. Ancak Haziran 1995 sonlarında Girne bölgesindeki büyük yangından hayli etkilenen kalenin perişan durumu uzun yıllar gündemden hiç düşmedi. Nihayet yeniden düzenlendikten sonra 15.Temmuz.2005 tarihinde yeniden ziyarete açılmış olur…
İNGİLİZ SÖMÜRGE DÖNEMİNDE KALENİN ZİYARET EDİLMESİ
Anitkalar Dairesi müdürü George Jeffery’nin verdiği bilgilere göre 1918 yıl itibarıyla ‘Ağırda’ köyünden yürüyüşle 1 ½ saatte kaleye varılmaktaydı. Fakat Boğaz’daki çiftlik evinden yürünmesi halinde kademeli yükselen toprak patikadan kaleye daha kolay ulaşılmaktaydı. Yol pürüzlü ve taşlı olduğundan bazıları katırlarla kaleye çıkmayı tercih ederlerdi. Güvenilir kişiler kale kapısının anahtarını iki şilin kaparo ödeyerek daha önceden Lefkoşa veya Girne Komiserliklerinden teslim alırlar, anahtarı geri getirince de verdikleri kaparo kendilerine iade edilirdi.
KALENİN ADININ KAYNAĞI VE YÜZBİR EVLER RİVAYETİ
Kale M.S 1191 tarihinden önce, dağın zirvesindeki yan yana iki tepeden dolayı ‘ikiz(ler)’ anlamına gelen ‘Didymus’ adıyla bilinmekteydi. Bu sözcük M.S XIII. Yüzyılda Lüzinyanlar tarafından bozularak ‘Aşk Tanrıçası’nın Kalesi’ anlamına gelen ‘Dieu d’Amour’ olarak adlandırılır. Nedeniyse zirvedeki iki tepeden birinin aşk tanrıçası Venüs’e, diğerinin ise yaramaz oğlu Cupid’e bağlanmış olmasıydı. Kıbrıs genelindeki kraliçe efsanesine uygun olarak kaleye, Bufavento ile Kantara kaleleri gibi, “Kraliçe Kalesi” (‘Castle of Regaena’) ile “Kraliçe’nin 101 evleri” adları da verilir. Geleneksel Kıbrıs rivayetlerinde başka bir adı olmayan ve kraliçe anlamına gelen ‘Regaena’, bir Bizans aristokratı, bir Lüzinyan kraliçesi ve bir asilzadenin karısı olarak kişileştirilmiştir. Çok zengin ve çok güzel olan bu kraliçe bazı rivayetlerde iyi kalpli ve nazik, bazı rivayetlerde ise kıskanç, öç alıcı ve kötü biri olarak geçmektedir
101 evlerle ilgili rivayet ise kalenin gizli olan 101’inci odasında bulunan kraliçenin definesini konu almaktadır. Konuya ilişkin iki ayrı rivayetten birine göre kraliçenin efsanevi definesinin bulunduğu 101’inci odanın kapısı her Paskalya günü belli bir süre aralanır, sürenin sonunda ise kapanırmış. Bir seferinde bir çoban oradayken kapının açılması üzerine kapıdan girerek definenin bulunduğu gizli odaya ulaşmış. Ancak çok fazla altın almak için orada çok uzun süre kaldığından kapı büyük bir gürültüyle kapanmış ve orada mahzur kalmış. Bu rivayetin başka bir varyantı ise çobanın gizli odadan çıktığı ve güneşi görmesi üzerine eriyip gözden kaybolduğu doğrultusundadır.
101 evler rivayetinin ikinci bir versiyonunu Kuran-ı Kerim’in Kehf Suresi’ne de giren “Yedi Uyuyanlar” menkibesinin bir benzeri olması itibarıyla Templos’un (Zeytinlik) Türk köylüleri tarafından ortaya atıldığı anlaşılmaktadır. Ali Nesim’in derlediği rivayete göre bir gün Templos köyünden bir grup genç kaleyi ziyarete gitmiş. Kırk yılda sadece bir gün açılan 101’inci odanın kapısının açılması da o güne denk gelmiş. Bunu gören gençler içeriye girince odanın ziynet eşyalarıyla dolu olduğunu görmüşler. Hepsini almak için açgözlülükle sağa sola saldırmaya başlamışlar. Bu nedenle orada çok uzun bir süre kaldıklarının farkına bile varamamışlar. Bu arada süre dolup da odanın kapısı kapanınca orada derin bir uykuya dalmışlar. Kırk yıl süreyle o şekilde uyuduktan sonra, o gün geldiğinde, odanın kapısı tekrar açılınca köylerine geri dönmüşler. Köye vardıklarında, kendileri köyden ayrıldıkları yaşta olmalarına karşın çocuklarını 40 yıl daha yaşlanmış olarak bulmuşlar.
Kale diğer bir adını M.S VI. yüzyılda Suriye’de münzevi bir hayat süren büyük aziz Hilarion’dan almaktadır. Bu konudaki değişik rivayetlerden birine göre bu aziz Filistin’deki Gazze’nin 10 km uzağındaki deniz ile bir bataklık arasında bulunan bir kumsalda 48 yıl süreyle yaşamış. Ancak bu hayattan usandığından rahat ve huzurlu bir yer bulmak için yola çıkmış. Nihayet Kıbrıs’a gelerek ömrünün son beş yılını bu bölgedeki bir mağarada geçirmiş. Böylece kalede inşa edilen manastır kilisesine adı verilmiş, zamanla kalenin geneli de bu adla bilinmeye başlamış.
KALENİN YAPILIŞ RİVAYETİ
Rivayete göre kale, Kıbrıs’ın en güzel ve en zalim kadını olan ve ‘Regaena’ (Recina) adıyla bilinen bir kraliçe tarafından inşa edilmiş. Kalenin inşa edilmesi için askerlerin denetiminde çalışan işçilere, yüksek bir kaya üzerine oturarak nezaret eden zalim kraliçe, onların soluklanmalarına bile izin vermiyormuş. Denizden tepeye kadar yan yana dizilen işçiler, sahilinden sağladıkları su, kum ve taşları elden ele vererek tepeye taşımak suretiyle kaleyi inşa etmişler. İnşaat tamamlandıktan sonra kalenin gizli yerlerinin ifşa edilmemesi için inşaatta çalışan işçiler ile kalenin askerlerini öldürmeye karar vermiş. Böylece kalenin batısındaki uçuruma açılan odasına çekilmiş, kapının girişineyse askerlerini dikmiş. Askerlere verdiği talimat ise işçileri teker teker odaya almalarıymış. Odaya giren işçileri oda penceresinden aşağıdaki uçuruma atılmak suretiyle öldürmüş. İşçilerden sonra askerleri de ayni şekilde öldürmüş. Kalenin yukarı bölümündeki pencerenin ‘Kraliçe penceresi’ olarak bilinmesinin nedeni de buymuş. Bu rivayetin kaynağının ise tarihi kayıtlarda sözü edilen ve aşağıda anlatacağımız ‘Antakya prensi John’ ile ilgili olduğu sanılmaktadır.
KALENİN ANA HATLARIYLA TARİHCESİ
Kalenin kesin yapım tarihi bilinmemekle birlikte Girne sıra dağlarındaki Bufavento ile Kantara kaleleri gibi ilkin M.S XI. Yüzyılda Bizanslılar tarafından ‘gözetleme kulesi’ (‘işaret kulesi’) olarak yapıldığı, Lüzinyan döneminde (M.S 1191 – 1489) geliştirilerek son şeklini aldığı ve Venedik döneminde asker azlığı nedeniyle yıkılıp terk edildiği genel olarak kabul edilmektedir.
İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard’ın Kudüs kralı Guy de Lusignan komutasındaki birliklerle Kıbrıs’ı ele geçirdiği M.S 1191 yılından itibaren ilk kez yazılı belgelerde kaleden söz edilmeye başlanmıştır. Lüzinyan döneminin ilk yıllarında barınak amacıyla kullanıldığından savunma yapabilecek şekilde güçlendirildiği tahmin edilmektedir. M.S 1228 – 1233 yılları arasında Kıbrıs’a sahip olmak isteyen Frederick II’ye bağlı Alman İmparatorluk orduları ile Beyrut Lordu John of İbelin’e bağlı krallık orduları arasında çeşitli savaşlara sahne olur. İlerleyen yıllarda iç çatışmalarda da kullanılır. Lefkoşa ile Girne kentlerine ulaşımı sağlayan Girne Dar Boğaz’ı kontrol edebilecek bir durumda olduğundan Lüzinyan dönemi boyunca sahip olunması gereken bir kale olma özelliğini korumaya devam eder. Ağırda köylülerinin anlattıkları bir rivayete göre çok eskiden beri Dar Boğaz geçidinin kuzeybatısındaki tepe ‘Meteris’in başı’ adıyla bilinmekteymiş. Bu tepeden hem kuzey sahilleri, hem de güneydeki Lefkoşa görülmekteymiş. St. Hilarion kalesi çok sarp bir yerde bulunduğundan Ortaçağda ele geçirilememiş. Bu nedenle kaleyi almak için Meteris tepesine bir top mevzisi yapılarak kale top atışına tutulmuş. St. Hilarion kalesinin güney duvarı bu şekilde çökertilince, Meteris’ten hücum edilerek kale ele geçirilmiş.
Lüzinyan krallık ordusunun Kıbrıs’a en sonunda hakim olması üzerine, daha önce sadece denizden gelenleri ateş yakmak suretiyle merkeze bildirme, savunma, savaş zamanlarında ise sığınma işlevlerini başarıyla sürdüren bu kale, M.S XIV. Yüzyıldan itibaren Lüzinyan kraliyet ailesinin yaz aylarındaki ikametgahı olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Günümüze gelen bir rivayet ise, St. Hilarion ile Girne Kalesi arasında gizli bir yer altı geçidinin bulunduğu doğrultusundadır.
Girne sıra dağlarının sarp tepelerine yapılan dağ kalelerinin düşmanların eline geçmesi halinde bir tehdit unsuru olacakları düşüncesiyle yıkılmaları ilk kez Lüzinyan döneminin sonlarında gündeme gelmişti. Nihayet Venediklilerin Kıbrıs’ın idaresini ele geçirdikleri M.S 1489 yılından sonra bu kale de Kantara ve Bufavento Kaleleri gibi yıkılarak terk edilir. Zamanla harabe durumuna geldiğinden İngiliz Sömürge döneminde restore edilerek iyi durumda günümüze gelmesi sağlanmış olur.
KALENİN TANIMI
Kale, deniz seviyesinden yaklaşık 732 metre (2440 ayak) yükseklikteki iki tepe üzerine yapılmıştır. Diğer ortaçağ kaleleri gibi üç kademeli bir savunma sistemine sahiptir. Kaleye girişi sağlayan aşağı kısma, kaleyi ele geçirmek isteyenlerin kuşatılıp imha edilmesine olanak yaratacak bir ‘Barbican’ yapılmıştır. Bizans dönemine ait ana giriş kapısından sonra Bizans tahkimatı (mazgallar, seğirdim yolları ve yarı daire biçimli yedi kule), hamam, ahır ve sarnıç gibi yapıların bulunduğu askerlerin toplanma alanına girilmektedir. M.S XIV. Yüzyılda ahır olarak kullanıldığı tahmin edilen tonozlu oda 8.7.2005 tarihinden itibaren bir tanıtım odası olarak ziyaret vermektedir.
Kalenin orta bölümüne ise, iner kalkar bir köprüyle korunan bir kapı geçidinden girilmektedir. Burada yer yer kırmızı tuğlalarla yapılan Bizans dönemi manastır kilisesi, geçiş holü ile salon, köşk, dam terası, mutfak, mahzen (kiler), tuvalet, su sarnıcı, XII-XIII’üncü yüzyıl Lüzinyan Kraliyet sarayı, XIV. Yüzyıl Lüzinyan kışlası ve diğer yapılar bulunmaktadır. Bazı odalarda kiler, atölye, kale komutanın odası ve mutfak canlandırmaları yapılmıştır. Burada restore edilerek sağlam bir durumda günümüze gelmesi sağlanan yapı, şimdilerde kafeterya olarak kullanılan ve hediyelik eşyaların da satıldığı salondur.
Kalenin yukarı bölümüne, orta bölümden batıya yönelen kıvrımlı bir patikayla ulaşılmaktadır. Orta ile yukarı bölümlerinin arasında bulunan sivri bir tepede üzerinde ‘Prens John Kulesi’ bulunmaktadır. Prens John’un neden olduğu toplu bir katliam olayına tanıklık yaptığı varsayımıyla kuleye bu isim verilmiştir. Tarihçi Leontios Makhairas'ın anlattığına göre Antakya Prensi John, 17 Ocak 1369 tarihinde öldürülen Kral Peter I’in kardeşiydi. Kralın öldürülmesi olayına o da karıştığından, kralın eşi olan Aragolu Kraliçe Eleanor ondan intikam almak istiyordu. Ancak öncelikle onun itimadını kazanması gerekmekteydi. Bu nedenle Girne Kalesi'nde düzenlediği bir ayine St. Hilarion kalesinde bulunan Prens John’u da davet eder ve orada ilelebet barışık kalacaklarına dair yemin ederler. Kraliçe Lefkoşa'ya ulaşır ulaşamaz prens John’a bir mektup göndererek St. Hilarion Kalesindeki paralı Bulgar askerlerinin kendisini öldürüp kaleyi ele geçireceklerini bildirir. Asılsız olan bu habere inanan Prens John, kalenin yüksek bir kulesine çıkar ve askerlerini teker teker oraya çağırarak onları kuleden aşağıya atar. Aşağı atılanlardan sadece bir tanesi sağ kalır. Bu olay sonrasında savunmasız kalan kalede tek başına kalan prens John, kraliçe Eleonora'nın Lefkoşa'daki sarayına gitmekten başka çare bulamaz. Sarayda birlikte yemek yedikten sonra, Eleonora ona kocasının kanlı gömleğini gösterir ve orada bulunanlar onu teker teker bıçaklamak suretiyle öldürürler. Gözyaşları içinde cesedi önce evine, sonra da St. Dominik Kilisesi'ne gömülür.
KALENİN YUKARI KISMI VE KRALİÇE PENCERESİ
Burada birbirleriyle kaynaşan Bizans ile Lüzinyan dönemine tarihlenen yapı kalıntıları iki tepenin güneyindeki bir avluda yer almaktadır. Avlunun doğu ucundaki mimari kalıntıların mutfak ile servis odaları, batısındaki kalıntıların ise M.S XVI. Yüzyılda ilave edilen Kraliyet odalar olduğu tahmin edilmektedir. Kraliyet odalarının batı duvarının güney ucunda ise, ‘Kraliçe Penceresi’ olarak bilinen gotik nizamda kesme taştan yapılmış çok güzel bir pencere bulunmaktadır. Bu pencere ile ilgili rivayetlerin birini yukarda anlatmıştık, Ali Nesim’in annesi Emete Nesim’den derlediği diğer bir versiyonu da burada aktarmış olalım. Rivayete göre 101 evlerin çok güzel bir kraliçesi varmış. Ancak yapa yalnız ve mutsuzmuş. Zamanının çoğunu ya sarayın en üst katındaki pencerede altın sarısı saçlarını taramakla geçirirmiş, ya da ormanda yürüyüşe çıkarmış. Bu dağlarda yaşayan bir de keçi çobanı varmış. Çok güzel kaval çalmasına karşın, çok çirkin olan bu çobanı gören çok az insan varmış. Rivayete göre, bir gün, duygulu kaval sesinin büyüsüne kapılan kraliçe araya araya çobanı bulmuş ve ona aşık olmuş. Ve ondan sonra da sık-sık buluşmaya başlamışlar. Kraliçe gecelerinin çoğunu, elleri, ayakları ve göğsü bir ayı kadar kıllı ve bir teke kadar pis kokan bu çobanla birlikte geçiriyormuş. Nihayet kraliçe bir kız çocuğu doğurmuş. Onun da altın sarısı renginde saçları, gök mavisi renginde gözleri varmış. On beş on altı yaşlarına geldiğinde annesinden daha güzel bir kız olmuş. Sürekli olarak ormanda gezmeye çıkar ve lale, nergiz, dildamak toplarmış. Kraliçe ona kaleden çok uzaklaşmamasını öğütlermiş. Fakat kız bir gün uzaklardan gelen güzel bir kaval sesi duyarak merak etmiş ve geze-geze kavalı çalan çobanı bulmuş. O günden sonra da buluşmaya başlamışlar. Kraliçe bir gün kızındaki değişikliği fark etmiş. Kızına sorunca dağların çirkin çobanıyla tanıştığını ve onu çok sevdiğini söylemiş. Bunu duyan kraliçenin önce elindeki tarak pencereden aşağı düşmüş, arkasından da kendini pencereden aşağıdaki kayalıklara atmış. Hala daha kış günlerinde dağın tepesindeki bulutların arasında sapsarı güneş ışıklarının uzandığını gören Zeytinlik köylülerinin, “yine kraliçenin saçları gözüktü” diye iç çekmekten kendilerini alamadıkları anlatılmaktaymış.