Giriş
İki binli yılların başında, “Siyam İkizine” benzetebileceğimiz “Kıbrıs Sorunu” ve “KKTC” statükolarının sürdürülemez olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştı.
Kıbrıslı Türkler olarak “İki başlı statükodan” çıkış için Annan Planı’na dört elle sarılmıştık. Maalesef olamamıştı. Başaramamıştık!
Yirmi yılı aşkın bir süredir de dolap beygiri gibi aynı yerde dönüp duruyoruz.
Covid-19 pandemi süreci de aslında mevcut statükonun Kıbrıslı Türklerin yararına çözümler üretemediğini ve üretme kabiliyetinden de yoksun olduğunu bir kez daha yüzümüze vurmuştur. Bu süreçte AB, Kıbrıslı Rumlar ve Türkiye ile ilişkilerde yaşananlar da göstermiştik ki mevcut statükonun devamı, Kıbrıslı Türk Toplumunun gelişiminin, refahının, özgürlüğünün ve varoluşunun önünde ciddi bir engeldir. Toplumsal kabiliyetlerimizin en üst düzeyde gerçekleşebilmesi için statükodan çıkış şarttır.
Peki, statükodan nasıl çıkacağız? Nasıl dünyalı olacağız?
Bu yazıda, aslında birbirine tamamen bağımlı ve içiçe olan “KKTC” ve “Kıbrıs Sorunu” statükolarına analitik bir bakışla yaklaşıp çözüm için öneriler yapmaya çalışacağım.
Ana başlıklar olarak konuyu birbirine paralel beş ana tez altında ele alacağım.
- Kıbrıs'ta federal çözüm için kendimizi ve Kıbrıslı Rumları seferber etmeliyiz.
- TC ve KKTC olarak eşitlikçi, dost ve kardeşçe bir ilişki düzlemine çıkmalıyız.
- Çözüme ulaşana kadar AB muktesebatına uyum için AB kurumlarıyla yakın işbirliğine girmeliyiz.
- Çözüme ulaşıncaya kadar olan süreçte yönetsel kapasitemizi yükseltmek için Anayasa’mızda köklü bir reform yapmalıyız.
- Toplum olarak, edindiğimiz marazi toplumsal zihniyetten kurtulmak üzere seferber olmalıyız.
***
- Kıbrıs'ta Federal Çözüm İçin Tarafları Seferber Etmek Üzere Müzakerelerde Radikal Metodoloji Değişikliği
1968’de BM inisiyatifi ve Kıbrıslı toplum liderliklerinin onayı ile Beyrut’ta başlatılan “Toplumlararası Müzakereler”, toplum liderliklerinin amaç ve niyet farklılıklarının yanısıra, bütünlüklü çözüm dogmasının veciz bir ilkesi olan, “her şeyde anlaşmadan, hiçbir şeyde anlaşmış sayılmayız” gibi yıkıcı bir ilkenin de etkisiyle hiçbir sonuç alınamadan, hâlen devam etmektedir. Bir nevi, 2. Cumhurbaşkanımız Sayın Talat’ın da dediği gibi, “BM otobüsü sallıyor, biz de otobüs gidiyor zannediyoruz”...
Toplumlararası müzakerelerin her yeniden başlangıcında, “statükonun sürdürülemez olduğu” ifade edilirken, müzakerelerin her çöküşünde, statükonun daha da kökleştiğine, “oldu bittilerin kalıcılaştığına” tanık olmaktayız. En kötüsü, müzakerelerin her çöküşünde, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki sosyo-psikolojik duvarlar daha da yükselmektedir. “Bir imza ile Kıbrıs Sorunu çözülecek ve ertesi gün de iki toplum ortak devleti sorunsuz yönetmeye başlayacak” kabulüne dayanan “bütünlüklü çözüm dogması” -bize göre- çöktüğünden, artık, tümdengelim anlayışı terk edilerek, tümevarım anlayışı öne çıkmalıdır. Toplumlara adım adım, deneye deneye çözüme ve barışa ulaşma şansı verilmelidir. Müzakere metodolojisi buna göre yeniden dizayn edilmelidir.
Uygun bir momentte, meselâ müzakerelerin çöktüğü ilân edildiğinde ya da şimdilerde “Beş artı Bir” konferansının toplanmasının planlandığı bir konjonktürde, Kıbrıs çözüm sürecine, “Radikal Bir Metodoloji Değişikliği” önermeliyiz. Bu amaçla ciddi bir hazırlık süreci başlatılmalı, her olasılık dikkatlice değerlendirilmelidir.
Bu çerçevede, barışı inşa etme sürecinde dikkate alınması için gündeme getireceğim önerim şudur:
- Kıbrıs Cumhuriyeti’ne hayat veren uluslararası antlaşmalar,
- Bu güne kadar imzalanan doruk antlaşmaları, tüm üst düzey uzlaşılar, 11 Şubat, 2014 Belgesi, 30 Haziran, 2017 Gutteres Çerçevesi ve bunların tümünü teyit eden 25 Kasım, 2019 Berlin Açıklaması,
- Bu güne kadar alınmış olan ilgili BM Güvenlik Konseyi kararları,
- Ve yeni metodoloji uygulamasının başlangıcında taraflarca uzlaşılacak “Genel İlkeler Çerçeve Antlaşması” kapsamında,
Kıbrıs’ın Kuzey ve Güney’inde, “anlaşmaya varılmış kararlar çerçevesinde otorite kullanma yetkisine haiz” yasama ve yürütme bacakları olan bir “Federal Konsey” kurulmalıdır. Bu Konsey, Kıbrıslı Türk ve Rum toplum liderleri eşbaşkanlığında, toplumlar adına uygun sayıda temsilciden oluşmalıdır.
Yukarıda çizilen ilkeler çerçevesinde, “üzerinde uzlaşılan her karar”, anında her iki tarafça uygulamaya geçirilecektir. Uzlaşılmayan konular tartışılmaya devam edilirken, uzlaşma sağlananlar, adım adım uygulamaya girerek, mevcut statüko adım adım dönüştürülecektir. Konsey, AB ile ilişkiler, ekonomi, dış politika, uluslararası antlaşmalar yapma, uzlaşılan tüm diğer konuları yürürlüğe koyma ve Garantörler dâhil dış ülkelerle görüşme yetkisini de kullanacaktır. Konsey, uzlaşılan konularda Kuzey ve Güney “devletlerine” talimat verme yetkisini kullanacaktır. İç hukuk, Konsey kararları uyarınca yeniden düzenlenecektir. Arta kalan konular, üzerlerinde anlaşma sağlanıncaya kadar toplumların uhdesinde kalmaya devam edecektir.
Bunu gündeme alacak bir politik özne olacak mı?
Bekleyip, görelim.
- TC ve KKTC İlişkileri: Eşitlikçi, Dost ve Kardeşçe Bir İlişki Düzlemi
Ekim 2020’de gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Kıbrıslı Türklerin özgür iradesine yönelik yaşanan müdahaleler ve sonrasında da müdahalelelerin devam ediyor olması, zaten 1950’lerden bu yana şaibeli olan Türkiye - Kıbrıs Türk toplumu ilişkilerinin bir kez daha travmatik bir tarzda gündeme gelmesine vesile olmuştur.
TC - KKTC ilişkilerinin en hafif tabirle “vesayet” ilişkisi olduğu açıktır. Uluslararası mahkemelerdeyse bu ilişki tarzı “alt yönetim ilişkisi” olarak kabul görmektedir. Daha önce de yazmış olduğum gibi KKTC’deki yönetim tarzımızı, “modifiye BEY yönetimi” olarak görüyorum. Bilindiği üzere “BEY” kısaltması, Bayraktarlık, Elçilik, Yönetim kelimelerinin ilk harflerinden oluşmaktadır. Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin, 13 Şubat, 1975’te ilânıyla, BEY idaresinin lağvedildiği ve “demokrasiye geçildiği” sanılmasına karşın, modifiye BEY yönetiminin günümüze kadar sürdürüldüğü de açıktır. Bayraktarlık yerine GKK ve KTBK askeri bürokrasisi; Elçilik yerine, Elçilik, Kalkınma ve Ekonomik İşbirliği Ofisi (KEİO) ve Ankara’daki TC Kıbrıs İşleri Bürokrasisi; Yönetim (K.T. Toplumu Liderliği) yerine de KKTC Devleti ve Yerel Yönetimleri yerleştirilerek “modifiye BEY yönetimi” hâlâ sürdürülmektedir. Bu nedenle, öncesinde olduğu gibi 1974 sonrasında da Kıbrıs’ın kuzeyinde gerek iyi gerekse kötü ne yaşandıysa, tüm sorumluluk tamamıyla “modifiye BEY yönetimi’ne” aittir. Zaten gerek içeride gerekse dışarda aklı selim herkes de bunu böyle kabul etmekte olduğundandır ki Kıbrıslı Türklerin özgür siyasal özne olmaklığı sorgulanabilmektedir.
İşte bu nedenledir ki, TC ve KKTC olarak eşitlikçi, dost ve kardeşçe bir ilişki düzlemine çıkmalıyız; iç işlerimizde tam bağımsız olarak siyasal irademizi kullanmalıyız, modifiye BEY idaresini tasfiye etmeliyiz diye siyasetten beklentimiz var. Bunun için hem TC Devletinin hem de Kıbrıslı Türk siyasetinin ciddi bir zihniyet dönüşümü zorunludur. Ancak ifade etmek gerekir ki ülkemizde, TC ve KKTC ilişkilerinin, iç işlerine karışmama, birbirinin hak ve hukukuna saygılı olma anlayışı zemininde eşitlikçi, dostane ve kardeşçe düzeye taşınmasını siyasal olarak taşıyabilecek siyasal güçler yalnızca federalist sol ve bir kısım liberal güçlerdir. Bu tezin siyaseten daha yüksek sesle ifade edilmesi ve uğruna mücadele edilmesi beklentimizdir.
Birinci başlıkta ifade ettiğimiz tez ile nasıl ki “Kıbrıs Sorunu” statükosunda bir dönüşüm yaratma talebimiz varsa, BEY idaresinin tasfiye edilerek demokratikleşme yaşanması talebimiz de “KKTC” statükosunun halk yararına dönüştürülmesi için vardır.
Ancak bu talep açık, net, anlaşılır, örgütlü ve kitlesel bir politik proje olarak henüz ortada görülmemektedir. Bu talebi taşıyacak bir halk kitlesi ve bir politik özne yakın zamanda ortaya çıkar mı?
Bekleyip, görelim.
- AB ile İlişkiler: “Üye Toplum Muamalesi” Talebi
Kıbrıslı Türklerin Annan Planına “evet” demelerine ama buna karşın Rum ve Türk statükocuların marifetiyle, tek başlarına Kıbrıslı Rumların tahakkümündeki “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” AB üyesi olmasıyla, Kıbrıslı Türkler “bireysel AB yurttaşı” haklarıyla başbaşa kalmışlardı. Üstelik Annan Planında, Birleşik Kıbrıs ve AB vatandaşlığına alınmaları öngörülen “Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşı olmayan KKTC yurttaşları” da tamamen dışta kalmış oldular. Kıbrıslı Türklerin mağduriyetini kısmen telâfi etmek amacıyla AB kurumları nezdinde sağlanan olanaklaraysa, - CTP ve Talât iktidardan gittikten sonra - sahip çıkılmadığından, toplum AB’den uzaklaştırılarak bir kez daha cezalandırılmıştır.
Kıbrıs adasının tamamı AB toprağı statüsünde olduğuna göre şu andan itibaren yeniden AB ile işbirliği yapılarak üretilecek bir formülle Kıbrıslı Türklere, “üye toplum muamalesini” yükseltmesini talep etmeliyiz. Çözüme ulaşana kadar AB muktesebatına uyum ve muktesebatın Kuzey’de askıdan indirilmesi için AB kurumlarıyla yakın işbirliğine girmeliyiz. Önemli bir açılım olarak, stabil para birimi olarak euro'ya geçiş için AB kurumlarıya işbirliğine hemen başlamalıyız. Birinci tez ile savunduğumuz durumun geçekleşmesi hâlinde bu olasılık daha da gerçekçi olacaktır.
Statükoyu sarsacak olan bu talebi taşıyacak bir halk kitlesi ve bir politik özne yakın zamanda ortaya çıkar mı? Yoksa idealler “reel politik’e” teslim mi olur?
Bekleyip, görelim.
- Çözüme Ulaşıncaya Kadar Olan Süreçte De Yönetsel Kapasitemizi Yükseltmek İçin Anayasa’mızda Köklü Bir Reform Yapmalıyız
Çağdaş hukuksal bir çerçeve olarak anayasa, uygar bir sosyo ekonomik yaşamın vazgeçilmez unsurudur. Diğer unsurların yanısıra hukuksal çerçeve olarak anayasa, ya toplumun önünü açar ya da toplumu cendere içine alıp durağanlaştırır. 1983 Anayasası tam da böyle bir cenderedir. Dünyanın neredeyse yeniden yaratıldığı bu son kırk yılda, 1983’ün faşizan koşulları altında topluma dayatılan bu anayasanın bir virgülünü bile değiştirebilmiş değiliz. Toplumun önünü açacak bu anayasa reformu diğer şeyler yanında, istikrarlı bir yönetsel kabiliyet sağlamak adına “Kıbrıs Cumhuriyeti” modeli bir “başkanlık sistemini” de içermelidir. Çok büyük bir toplumsal seferberlikle, 2014’te referanduma sunulup reddedilen anayasa paketine benzer bir anayasa değişiklik paketi güncel deneyimler ve yaşananlar ışığında geniş bir konsensusla hayata geçirilmelidir. Toplum olarak statüko karşıtlığımızın samimiyetinin test edileceği önemli bir mihenk taşı da anayasa reformudur.
Statükoyu aşma adına bu samimiyeti gösterecek bir halk ve siyasal irade var mı?
Bekleyip, görelim.
- Toplum Olarak, Edindiğimiz “Marazi” Toplumsal Zihniyetten Kurtulmak Üzere Seferber Olmalıyız
Toplum olarak, edindiğimiz ya da bize dayatılan bu “marazi” toplumsal zihniyetten kurtulmak üzere seferber olmalıyız. Üretken, çalışkan, örgütlü ve işini en iyi yapmaya odaklı bir toplum hâline dönmeliyiz. Yeni bir zihniyete sahip birey-yurttaşlara dönüşmeliyiz. Yaptığımız ve yapmadığımız her şeyden öncelikle sorumlu olduğumuzu kavramalı, sorunların çözüm ve/veya çözümsüzlüğünün sorumluluğunu yalnızca dışımızdaki güçlerde (TC, Rumlar, AB, Rumcular, göçmenler, zenciler, emperyalizm vb.) aramaktan vazgeçmeliyiz. Yeni ve çağdaş bir toplumu ancak bu şekilde inşa edebiliriz.
Yukarıda saydığım ve statükoyu dönüştürmeye hizmet edeceğini iddia ettiğim dört tezin başarıyla yaşama geçmesini sağlamak ve Kıbrıslı Türklerden etkin bir sosyo-politik özne inşâ etmek üzere beşinci tez olarak öngördüğüm bu zihniyet dönüşümü elzemdir. Ve bunların tümü de ancak geniş katılımlı bir toplumsal seferberlik anlayışıyla başarılabilir.
Bunları gündeme alıp seferber olacak bir toplum ve bu toplumu bir yerden alıp bir yere taşımaya aday bir “Efendi” var mı?
Bekleyip, görelim.