“Guterres Çerçevesi”nin yeniden gündeme gelmesi, Kıbrıs barışı için önemli bir fırsattır.
Kıbrıs Türk toplumunda geleceğe dönük önemli tartışmaların yapıldığı bir dönemdeyiz. Guterres Çerçevesi tam böylesi kritik bir dönemde gündem oldu.
Kimi Federal Kıbrıs, kimi Konfederasyon, kimi İki ayı Devlet, kimi içeride özerk dışarıda Türkiye’ye bağımlılık anlamında Cebelitarık Modeli, kimi İlhak, kimi de Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüş diyor. Tabii en çok Konfederasyon konuşuluyor.
Bu kavramlar etrafında yapılan tartışmalara taraf olanların hepsi, hangi şıkka yönelirlerse yönelsinler, bir noktada birleşiyorlar: mevcut statüko devam edemez! Nitekim Eroğlu ile Anastasiadis’in 11 Şubat 2014 tarihinde yaptıkları ve günümüzde de müzakerelere zemin teşkil eden Ortak Açıklamanın birinci maddesinde buna özellikle vurgu yapılıyor:“Mevcut durum kabul edilemez ve sürdürülmesinin Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler için olumsuz sonuçları olacaktır.”
Peki, “kabul edilemez” denilen mevcut durum nedir?
Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar, hatta toplumların kendi içlerinde farklı kesimler bu soruya farklı yanıtlar veriyorlar ama bir genelleme yapacak olursak, Kıbrıslı Rumlar adanın zorla bölünmüş olmasını, mallarından mülklerinden edilmelerini ve Türk askerlerinin adadaki varlığını mevcut durumun başlıca özellikleri olarak tarif ediyorlar. Kıbrıslı Türkler ise Kıbrıs Cumhuriyeti devletinden dışlanmış olmayı, dünya ile ilişki kurma imkânından mahrum olmayı, tanınmamışlığı vs.
Mevcut durumum karakteristik özelliklerine dair farklı yanıtlar verilse de, herkes statükonun değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte bu noktada, değişim derken neyi kast ettiğimiz çok önemli hale geliyor. Çünkü nereye varmak istediğimiz aklımızı, duygularımızı, bilgilerimizi, neyi önemseyip neyi önemsemeyeceğimizi, nasıl bir mücadele yöntemi izleyeceğimizi belirliyor. Örneğin son zamanlarda sıklıkla iki-devletli çözüme veya konfederasyondan bahsedenlerle federal bir devlet düşleyenlerin yaklaşımları aynı olamaz. Benzer bir biçimde, federasyon ister gibi yapıp konfederasyon hayali kuranlarla federalistlerin düşünce ve eylemleri de aynı değildir.
Kıbrıs Türk toplumu Kıbrıs ülkesinde 1960’ta tarih sahnesine çıkan devletlilik olgusunun asli iki unsurundan biridir. Fakat etnik çatışma süreçlerinde devlet dışına düşmüş/çıkarılmış ve bir coğrafya parçasına tutunmuştur. 1974’te sınırları genişleyen coğrafyada yaratmaya çalıştığı statü, dünya kamuoyu tarafından kabul görmemiştir. 1960 Anayasasına kazınan asli unsur statüsünü de fiilen kaybettiğinden, aslında statüsüz ve her şeyi ile Türkiye’ye bağımlı bir toplumdur. 1960’a dönülemeyeceğine göre –bunun nedenlerini başka bir yazıda tartışabiliriz- Kıbrıs’ta federal bir devletin kurulması kanımca Kıbrıs Türk toplumunun asli unsur olma statüsünü ihya eder. Egemenliği Kıbrıslı Rumlar kadar Kıbrıslı Türklerden kaynaklanan, iktidarı ise siyasi eşitlik temelinde ve etkin katılım yoluyla paylaşılan Federal Kıbrıs Devleti, Kıbrıs Türk toplumuna kendi kimliğiyle var olma ve kendi kendini yönetme imkanı kadar, her türlü asimilasyona kapalı bir ortam sunar.
Bu statüyü elde etmek, yani Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs ülkesinde devletlilik olgusunun asli unsurlarından biri olarak yeniden konumlanması, ancak inançlı bir mücadele vermek, esneklik ve yaratıcılık sergilemek, uzlaşmaya ve karşılıklı etkileşime açık olmakla mümkündür. Bu aslında İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurma, yani devlet-inşa etme mücadelesidir ve elbette zorlukları vardır. İçeriden başlayarak tarihsel nedenlerden ötürü Kıbrıs Türk toplumunun güçlü bir özne olmadığını söylemeliyiz. Federalist kesimlerin belirleyici olacak kadar güçlü olmadığı da bir gerçektir. Türkiye’nin rızası şarttır. Dışarıdan kaynaklanan zorlukların başında ise Kıbrıs Cumhuriyeti devletini ellerinde bulunduran Kıbrıs Rum siyasi elitleri ile Türkiye faktörü gelir ki, bu ikisi arasında bağlantı var. Kıbrıslı Rum elitler, bazı çevrelerin ileri sürdüğü gibi Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini kabul etmiyor değil, devleti Kıbrıslı Türklerin ortaklığına açmak için Türkiye’den bazı taleplerde bulunuyorlar. Nitekim hem Hristofyas hem de Anastasiadis, Kıbrıslı Türklerin yargıda sayısal eşitliğini, yasamada siyasi eşitliği, yürütmede de etkin katılımı kabul ettiler. Örneğin bazılarının iddia ettiğinin tam tersine, Bakanlar Kurulu’nda en az bir Türk bakanın onayı olmadan karar üretilemez. Bu bilgiler maalesef Kıbrıs Türk toplumundan saklanıyor. Antonio Guterres, 28 Eylül 2017 tarihinde Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Crans Montana’da Anastasiadis’in etkin katılımı kabul ettiğini söyler. Raporun 27. paragrafında kelime kelimesine şunları okuyoruz: “Konferans bitme noktasına geldiğinde taraflar kilit konu olan etkin katılımı esasında çözmüşlerdi.”
Gelgelelim, Anastasiadis’in etkin katılımı Garantiler ve Güvenlik başlığına endekslediği bilinen bir gerçektir. Öyle anlaşılıyor ki, 1960 Garanti Antlaşmasına son vermeden Kıbrıslı Türkler devletin ortağı olamayacak. Ne hazindir ki, o Garanti Antlaşması ki, 1960’ta esas itibarıyla Enosisin yolunu kesmek ve Kıbrıs Türk toplumunun statüsünü garanti etmek için imzalanmıştı, günümüzde ise Kıbrıslı Türkleri statüsüzlüğe mahkûm ediyor.
Diğer bir zorluk, Kıbrıs Rum siyasi elitlerinin takındığı genel tutumdur. Örneğin bugün Anastasiadis etkin katılım ilkesini bazı federal organlarda geçersiz kılmak istiyor. Fakat federal devlete inanan, bunu Kıbrıslı Türkler için tarihi bir sıçrama olarak görenlerin bu durum karşısında pes etmeleri veya Kıbrıs Rum tarafının uzlaşmazlığını ileri sürerek başka yollara sapmaları vahim bir hata olur. Bu bir mücadele alanıdır. Federal devlete ulaşmak için verilen mücadele, ülkenin bölünmesi ve bölünmüş kalması için verilen mücadeleler kadar yoğun ve inançlı bir mücadele olmalıdır. Federal devletin alternatifi ayrı devlet değil, statüsüzlüğün devamı ve Türk ulusu içinde “soydaşlar topluluğu”na dönüşmektir.
Bu yüzden, Mustafa Akıncı’nın yaptığı hamleyle yeniden gündeme gelen Guterres Çerçevesi önemli bir fırsattır. Bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek gerekiyor. Herkes, başta Kıbrıslı liderler Mustafa Akıncı ve Nikos Anatasiadis’in nın kendisi olmak üzere, kararlılıkla sonuç alıncaya kadar çalışmalıdır. Taraflar, alacakları kadar vereceklerinde de hevesli olmalı ve B Planı hayalleri kurmamalıdır.
Statüko içinde statüsüzlüğün çarmıhına gerilmiş ve her geçen gün kendinden daha çok şeyler kaybeden bir toplumda ayrı devlet veya konfederasyon gibi B planlarından söz etmek, olsa olsa sayıklama olabilir...