Su gelişi ve farklı atmosfer

Ferdi Sabit Soyer

Suyu  idare etmekten aciz olan, adanın egemenliğinde nasıl tam eşitlikle ortaklık talep eder?

Yarı kurak bir coğrafyada yaşıyoruz. Belli zamanlarda yaygın ve genel kuraklık yaşıyoruz. Dünya'da meydana gelen iklim değişikliklerini bire bir yaşıyoruz. Ekim yanındayız, ama hava oldukça sıcak. İşte böylesi bir ortamda Türkiye'den su geldi.

75 milyon metre küplük bu su kaynağı çok önemli.

Ancak bu su gelişi çok değişik bir atmosferde karşılandı.

Çok uzun bir zamandır gerek bizde, gerekse Türkiye'de, toplumda çok değişik bir atmosfer oluştu.
Birinin sevindiğine diğeri üzülüyor. Bir ağlarken, diğeri onun ağlamasına gülüyor. Bunu da kimisi açıktan, kimisi gizliden yapıyor. Ortak toplumsal paydaları oluşturma da çok ciddi sorunlarımız var.
Büyük bir kırılma  yaşayan toplum içinde, kırılan katmanların kendi içinde de bütünlük yok.

Üstünlük için bu kırılan ana katmanlar içinde de üstlük sağlamak maksadı ile birbirlerine dönük karşıtlık üretmeye hazır guruplar var. Üstelik bunlar, kendi çıkarları için gülen veya ağlayan kamplardaki kendi "yandaşlarını da" hemen diğerine satmaya hazırdırlar,.

İşte böyle bir atmosferde Su geldi. Bu suyun gelişi ne Türkiye'de, ne bizde olumlu yanına karşın, arzulanan huzurlu ortamda karşılanmadı. Üstelik güçlü propaganda metotları ile televizyonlarda yapılan propagandaya karşın bu oldu.

Çünkü, siyasi üstünlük duygusu ve bu kırılma anında, bundan siyasi avantaj sağlama güdüsü, yada diğerinin bunu sağlayacağına dair endişe, bu büyük olayı marjinalize etti.

Bu olayın bir yanı.

Su gelişi ile birlikte, toplumda,"Su Yönetimi ne olacak" konusu da gündeme girdi. Gündeme giren bu konuyu çözüme ulaştırmadan, su gelişi gerçekleşti.

Dolayısı ile bu konuda toplumun genelinde akıllarda bir boşluk var. Endişeli bir boşluktur bu.
Üstelik bu boşluk, suyun gelişi ile birlikte suyun nasıl kullanılacağı belirsizliği ile birleşince daha büyük bir olay oluyor.

Bakın, toplumdaki kırılmaya bakın.

Bir kesim tam bir teslimiyetçi hava içinde, suyun toplum tarafından yönetimine dönük olarak, "biz bunu yönetmeyiz" yaklaşımı içinde.

Üstelik bunu ifade edenlerin önemli bir kısmı da, Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde adanın egemenliğinde tam eşitlikten söz eden yaklaşım sahipleri. O zaman sormazlar mı?

Suyu  idare etmekten aciz olan, adanın egemenliğinde nasıl tam eşitlikle ortaklık talep eder?
Bu görüşe ters, suyun idaresi topluma ait olmalıdır diyenlerde, kendi içimizde, bize biçilen popülist mantığın ve uygulamaların nasıl bir bozulmaya yol açtığını da  görmek istemez bir halde bunu tartışıyor....

DÜN

Bakın, 1984 yılına kadar Devlet ; Daire Müdürleri, Üçlü Kararname ile değil, ama Kamu Hizmeti Komisyonu eli ile atanırdı. 1984 yılı itibarı ile Meclis'te, UBP çoğunluğu yasayı değiştirdi. Yasa değişikliği ile hem yeni müdürlükler oluşturuldu, hem de daire müdürleri üçlü kararname kapsamına alındı.

Bu, pek çok alanda, bugün sıkıntısını yaşadığımız gelişmelere yol açtı. Bakın bu kötü değişimin, su ile doğrudan bağlantısı çok acı sonuçlara yol açtı.

Çünkü, 1984'te kadar, özellikle yer altı kaynaklarının deniz suyu ile tuzlanma tehlikesi olan alanlarında, çok kontrollü uygulamalar vardı.

Patates ve narinciye Ekim alanları kontrollü idi. Her kuyunun sulama alanı belli idi. Tarım dairesinden alınan ön Ekim izni ile su ve jeoloji dairesi birlikte, ekim alanlarını düzenlerdi. Tüm siyasi müdahalelere karşın bu konuda taviz vermezlerdi.

Ama 1984'teki üçlü kararname olgusu ile atamaların siyasi olması ile birlikte  Maraş ve Güzelyurt'taki bu uygulama sona erdi.1985 seçimlerine UBP bu değişikle girdi. Ek ekebildiğin kadar. Ne oldu?

Batıda Kum Köy,  Yayla, Doğu'da Maraş, Yeşilköy başta olmak üzere tüm bu alanlar tuzlandı, yada su altı kaynakları felaket durumuna geldi.. Ayrıca başta Lefkoşa, Mağusa olmak üzere büyük yerleşim yerlerine kullanım suyunun Güzelyurt havzasından karşılanması ile bu ciddi su rezervimiz bugün felaket seviyesine dönen tuzlanma ile yüz yüze geldi.

Su ihtiyacı geliştikçe diğer bir ciddi yer altı su kaynağımız olan Beşparmak dağlarını delmeye başladık. O güzelim yer altı sularını kullanım suyu olarak kentlere verdik. Bu gün o alanlarda tehlike sinyali vermektedir.

1994 itibarı ile Tarım Bakanı görevinde bulunduğum DP-CTP koalisyon hükümeti olarak, Sulama Birliklerini denetim altına alma, yer altı su kaynaklarının kullanımını düzenleme ve Yeşilırmak Göleti ile özellikle Güzelyurt yer altı kaynaklarından çekimi azaltma çalışmasına girdik.

Girdik ya, bu ülkenin sağcı ve solcu kesimlerinin, CTP düşmanlığı temelinde nasıl karşı kampanyalar yaptıklarını çok iyi hatırlıyorum.

O zaman, bu düzenlemelere dönük, kontra gündeme getirilen Türkiye'den balon ile su getirme projesine, fizibıl olmadığı için karşı çıkışımı, nasıl hainlik edebiyatı ile ele aldıklarını da kimse hatırlamasa da benim unutmam mümkün değil.

Büyük törenlerle açılan o iş de sonradan adı gibi balon çıkmıştı.
Bu kontra projeyi, su kullanımını denetim altına alma ve Yeşilırmak Göleti bağlamında  yaptığımız işleri eleştirirken, savunan, o kısa sürenin Ana Muhalefet Başkanı, sonra da dönemin yeniden " kesintisiz" Başbakanı olan Sayın Eroğlu'nun, yıllar geçtikten sonra,Cumhurbaşkanı olduktan olunca, " o iş de balon çıktı" deyişini duyduğumda, güleyim mi, ağlayayım mı diye kararsız kalmıştım....

BUGÜN

Şimdi çok ciddi bir proje ile Türkiye'den su geldi. Güzel ve olumlu bir proje. Mühendislik açısından da diğer bütün açılardan da olumlu.

Ancak bütün bunlar, tüm bu yaşananlar nedeni ile Suyun yönetiminin bağımsız ve özerk bir yönetim tarafından ele alınması niyet ve çabasını engellememelidir.

1984 yılına kadar, yani üçlü kararname olgusunun gündeme gelmesinden evvel, bu konudaki ciddiyet ile birlikte bu düşünüldüğünde, suyun yönetiminin özerk  bir yapıda, kamu ağırlığında olmasının, ne denli önemli olduğunu görmemiz gerekir.

Bakın, özelleştirme olgusu da gündeme getirilmek isteniyor.

Peki tam bu konu tartışılırken ve olaya da bir kutsiyet dokunulmazlığı verilmek istenirken, WV gibi bir dünya otomobil devinin, mazotu araçlarda kar güdüsü ile yaptığı yazılım hilesini de evrensel olarak yaşıyoruz. Özelin çok güzel olduğunu savunanların, bu konuda gıkının  dahi çıkmadığını da görüyoruz.
Bu haller yaşanırken; su gibi en hayati bir alanda, kamuya hizmetten evvel güdüsünün yalnızca kar olan bir anlayışa, bu alan teslim edilebilir mi? Bu  son derece ciddi bir sıkıntıdır.

Bu yüzden artık birinin ağlarken, diğerinin güldüğü toplum atmosferinin dışında, su yönetimini, her açıdan sağlıklı değerlendirme ile ele almamız gerekir.

Bunu dün, kamuda oluşan bozulmanın ortaya çıkarttığı sıkıntıları göz ardı etmeden ama bu işten hayır gelmez kolaycılığı ile kamuyu tamamen devre dışı çıkartacak anlayışlardan uzak ele almamız gerekir..

Üstelik, özel şirketlerin, kar hırsı ile yaptığı çirkinlikleri de hiç göz ardı etmeden, yani  hiç bir şeyi kutsiyete boğmadan, bu konuyu ele almalıyız. 

Kamu etkinliğinde, sivil toplum örgütü temsilcilikerinin de yer alacağı   özerk bir su yönetimi ve dağıtımda da Belediyelerin konumlanacağı bir yapı, işte bunu ciddi ciddi ele almalıyız. Ayrıca, tarımsal alanda da ciddi ve kurallarla belirlenmiş bir politikanın eşliğinde suyun değerlendirilmesini yapmalıyız.

Bu konuda sağlıklı bir atmosfere ihtiyaç var. Ama, Türkiye tarafı, "suyu biz getirdik, bu şöyle olacak" dayatması içine girerse... Suyun kullanıcısı olacak Kıbrıs Türk tarafı ise, bir yanı ile tam teslimiyetçi, diğer yanı ile de toptan inkârcı bir tutum alırsa, bu sorun içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Su akacak,
ama hem bakacak, hem de huzurla değerlendirmekten uzak olacağız....