29 Ekim yaklaştıkça, Türkiye’den Ada’ya gidecek suya ilişkin haberler Türkiye medyasında yer bulmaya başladı. Tartışma kızıştıkça konuyla ilgili haberler de dallanıp budaklanarak artacak.
Öncelikle vurgulamakta yarar var: Kıbrıs’a Türkiye’den su ve elektrik taşınması, Ada’nın ekonomik anlamda çok etkili bir hayat öpücüğü kazandırması açısından büyük önem taşıyor. Türkiye’den Ada’ya su ve elektrik götürülmesine kimse karşı değil.
Fakat eğer bu “barış projesi”, Türkiye’nin Kıbrıs’a dönük kötü niyetli amaçlarını ve Türkiye’nin Kıbrıs üzerinden Akdeniz’e yönelik stratejik hesaplarını maskeleyecek “şeytani bir hamleye” dönüştürülürse işte bu noktada itirazlar başlar.
Türkiye, KKTC Su Temini Projesini “Anavatandan Yavru vatana bir armağan” olarak lanse ederken bu cicili bicili armağana karşılık Kıbrıslı Türklerden hiç de masum taleplerde bulunmuyor.
“Sana suyu veririm ama…” diyor Türkiye… Suyun dağıtımını kendisinin yapmasını istiyor. Bununla da kalmıyor, Türkiye’nin belirleyeceği şirketin, Türkiye’nin belirleyeceği fiyatla, Türkiye’nin belirleyeceği miktarda dağıtılmasını istiyor. Bununla da kalmıyor, Adada su dağıtım şebekesinin geçtiği tüm toprakların mülkiyetini talep ediyor.
Yani Türkiye, geride kalan 40 yıl içerisinde tarımını, cılız sanayisini, hizmet sektörünü “sen boş ver bu işleri, ben sana bakarım” diyerek yok ettiği Kıbrıslı Türklere yeni bir bağımlılık kanalı açıyor: “Suyunu da ben veririm, dağıtımını da ben yaparım, sen uğraşma bu işlerle!”
Su Temin Projesi kapsamında döşenen nakil hattıyla sadece su mu geliyor peki? Hayır… Elektrik de… Ve hatta internet ve hatta telekomünikasyon ve hatta dijital yayın da… Bir nakil hattından kuş katliamı yapacak olan Türkiye’nin bütün bu “cömertliğinin” karşılığında Kıbrıslı Türklerden istediği “ufacık” bir şey var: Suyunu, elektriğini, internetini, telefonunu, dijital radyo televizyon ağını ben sağlıyorum. Hepsini benden, benim şartlarımda, bana bağımlı olarak sağlayacaksın!”
İşin tercümesini söyleyeyim: Bu; Kuzey Kıbrıs’ta dünyanın her yerinde ya kamunun elinde olan ya da “çoğunluk hissesi yerli firmada kalmak şartıyla” özelleştirmeye açılan elektrik, telekomünikasyon, su gibi “stratejik” hizmetlerin tamamının Türkiyelileştirilmesi anlamına geliyor…
Bazı aklı evveller işi “özelleştirme” zemininde tartışmaya çalışıyorlar fakat bu bir özelleştirme tartışması değil. Gayet iyi biliyorlar ki, özelleştirme denilen şey, sevgili Tufan Erhürman’ın önceki gün vurguladığı gibi “yap- işlet- devret” esasına göre ve mutlaka “belirli kurallar dahilinde” gerçekleştirilir. Oysa bu; sudan elektriğe, telekomünikasyondan dijital yayıncılığa kadar tüm stratejik hizmetlerin kontrol ve yönetiminin Kıbrıslı Türklerin elinden alınarak Türkiyelileştirilmesi operasyonudur.
Konuya ilişkin görüşlerini berraklıkla ifade eden sevgili Tufan Erhürman’ın, bu görüşleri CTP Genel Sekreteri sıfatıyla paylaştığını umut ediyorum. Hükümet kanadının bu konuda sessiz kalması, Genel Sekreterin, dolayısıyla Hükümet ortağı olarak CTP’nin “nasıl bir icraate yöneleceği” konusunda henüz fikir vermiyor.
Umulur ki, CTP’nin tutumu, Genel Sekreterin ifade ettiği yönde bir Hükümet tutumuna dönüşür. Aksi takdirde Hükümet, kendisinden öncekilerin günahının kefaretini üstlenmek durumunda kalacak ve kayıtsız şartsız Kıbrıslı Türklerin kontrol ve yönetiminde olması gereken stratejik servislerin yabancı bir ülkenin eline geçmesine onay veren bir Hükümet olarak tarihe geçecek.
29 Ekim’e sayılı günler kala Hükümet tarihi bir karar vermek durumunda.
Ya her ne pahasına olursa olsun, suyun dağıtımının Kıbrıslı Türkler tarafından yapılmasına imkan tanıyacak bir anlaşmayı tercih edecek ya da toplumun gelecek kuşaklarını da etkileyecek bir karar alarak, Türkiye’nin baskılarına boyun eğecek…
Geçen hafta verdiğim örneği tekrarlamakta yarar görüyorum. Türkiye örneğin Rusya’dan doğalgaz satın alıyor. Rusya’nın Türkiye’ye çıkıp “sana doğalgaz veririm ama Edirne’den Kars’a kadar tüm ülkenin doğalgaz dağıtımını ben yapacağım” derse buna Türkiye’nin cevabı ne olur? Kafası karışık arkadaşlar varsa, bu soruya yanıt vermekle işe başlayabilirler…
-------------
Konuyla ilgili değerlendirmesini sorduğum Mağusa Milletvekili Asım Akansoy şu notu paylaştı: “Kıbrıs’a Su projesinin, Kıbrıslı Türkler için önemi, adadaki kısıtlı su kaynaklarına büyük bir katkı sağlayacağı tartışılacak bir konu değildir. İşin tüm teknik bağlamlarını geçerek şunu ifade etmek isterim. Gerçekten çok büyük bir maliyetle sonuçlanan bu konuya Ankara’nın bakışı ile bizim bakışımız arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum.
Ankara konuyu Türkiye’nin Akdenize dönük stratejik bir hamle olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda Türkiye, Kıbrıslı Türk halkı tarafından siyaset dünyasından silinmiş İrsen Küçük hükümeti ile yaptığı protokole istinaden, gelecek olan suyun yönetimi-işletmesini özel sektöre ve aynı zamanda suyun ada içerisinde dağıtıldığı hattın üzerinden geçtiği toprak mülkiyetinin doğrudan kendisine ait olmasını talep ediyor.
Yatırım maliyetini kendisi karşılayan Türkiye’nin, işletme maliyetini karşılayabilmek gerekçesi ile, güvenmediğini çok açık bir şekilde ortaya koyduğu Kıbrıslı Türk yönetimine devretmek istememesi, kendi kendini yönetme çabası içerisinde olan bir toplum olarak bizler için nasıl kabul edilebilir mi? Olayı sadece ekonomik gerekçelere indirgemek ve toplumsal değerleri yok saymak nasıl kabul edilebilir? Su gibi stratejik bir kaynağın, Kıbrıslı Türklerin kendi yönetiminde olması kaçınılmazdır.
Üstelik Kıbrıs sorununu çözme adına yoğun müzakere yürüten bir halkın, su yönetimini gerçekleştiremeyeceğinin Türkiye hükümeti tarafından yansıtılması, toplumumuzu her açıdan zor durumda bırakacak bir konu. Stratejik sektörler olan elektrik gibi su yönetiminin de Kıbrıslı Türkler tarafından yönetilememesi için bir neden olmadığı gibi, yeni hükümetin bu yöndeki yasal ve teknik hazırlıklarının ileri düzeyde olduğunu biliyoruz.”