Esra Yalazan
(T24)
Geçmişte yaşanan her neyse, üzeri örtülerek, zorla unutturularak, sahte bir yüzleşmeye tabii tutulduğunda ‘suç’ ve suçluluk duygusu azalmıyor tam tersine şiddetiyle artıyor. Dolayısıyla ‘suç, yüzleşme ve bağışlama’ gibi çok tüketilen kavramlardan bahsederken, başta bu meseleler hakkında düşünen, yazan insanların ve elbette bütün özgür vicdanların tekrar düşünmesi gerekiyor. ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde’ bunun için iyi bir fırsat.
İnsan neyi ya da hangi suçları affedemez? Olmuş olanı ‘olmamış’ gibi yaşamak, algılamak, hatırlamak mümkün müdür? Bağışlamak suçu, hatayı, yıkımı ortadan kaldırmıyorsa eğer o kırılma insanı nasıl değiştirir? Hıncın, öfkenin, intikamın, kinin üstesinden gelemediğimiz için unutmuş gibi yapıyorsak eğer bu bizi daha kibirli yapmaz mı? Güvenimizi sarsan birini kendimizi tedavi etmek için bağışlamaya çalışırken muhatabımıza, hatta kendimize acıma duygusunun tuzağına da düşüyor olabilir miyiz? Bağışlayan sadece güçlü bir sevgiyse gerçek suçlara ve suçlulara ne olur? Birini sevmeden nasıl bağışlarız, bu mümkün müdür? İnsanın kendini affetmesi bazen neden daha zordur? Başkalarının hatalarını kabullenmeyi denerken bize hükmeden duygularımız mı, aklımız mıdır? Suç, hata, kötülük iradi midir?
Basit görünen çok zor sorular bunlar…
Malraux, “Yargılamak anlamamaktır, çünkü eğer anlarsak yargılayamayız” diyor. Bu tespit bağışlamakla anlamayı (hissiyatımızı, kim olduğumuzu, hakikati) karşı karşıya getirirken başka bir soruyu da doğuruyor. Anlamak bağışlamaya yeter mi? Yargılamadan en korkunç suçları kabullenebilmek neredeyse imkansız görünür bize. Ya da ancak dinin bağışlayıcı bakışıyla hıncımızı, kinimizi, öfkemizi yatıştırabiliriz.
Bu coğrafyada yaşayan hemen herkes bu türden soruların müphem cevapları etrafında dolaşıp durur. Kişisel suçluluk duygularımızın yarattığı travmalar bir yana, toplumu derinden sarsan ‘hastalıklar’ daha ziyade bu sorularla ve hakkıyla ‘yüzleşememekle’ ilgili aslında.
Bugünlerde kimi zaman ürpererek ama daha çok farklı bir ‘hayret’ hissiyle okuduğum kitap daha önce okuduğum hiçbir yüzleşmeye benzemiyor.
Yirmi üç yaşında Nünberg Yasaları’nın kabulüyle babası savaş kahramanı bir Yahudi olduğu için Yahudi muamelesi göreceğini öğrenen Henry Meyer, (Jean Amery olarak değiştirmiş) hayatının bir kısmını direniş, işkence, toplama kamplarında geçirmiş. Tesadüfi kurtuluşunun ardından olup biteni anlamlandırmak için yıllar boyu düşünmüş, anlatmış, yazmış. Yirmi yıl sonra bir radyo konuşması yapmak üzere Almanya’ya dönmüş. Bu konuşmayı da içeren denemelerden oluşan ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde’ 1966’da yayımlanınca Almanya’da ünlü olmuş ve konferanslara, radyo programlarına davet edilmiş.
Önceleri entelektüellerin toplama kamplarındaki durumuna ilişkin yazmayı istemiş ama daha sonra bununla yetinemeyeceğini fark etmiş. Ve onca yıllık sessizliğin ardından perde kalkınca nesnelliğin imkansız olduğunu anlamış. O her ne kadar yazdığı ilk önsözde, temkinli denemeler yazmayı planlarken kişisel bir itiraf yazdığını söylüyorsa da denemeler ‘kurban-suçlu’ odaklı metinlerden çok farklı. İşkence, zulüm, yurtsuzluk, kimliksizlik, çaresizlik ve bütün bunların sonucu olan hınç duygusuyla baş edememe halinde ‘kurban varoluşunun’ incelenmesi olarak tanımlanabilir. Olaylara, kişilere tarafsız yaklaşamadığında bile merhametiyle yumuşattığı denemelerinde, mağduriyet ikliminden sıyrılıp direnişe sözcüklerin gücüyle devam ediyor. Onun düşünsel dünyasını çekici kılan da bu. Tam da bu nedenle kitabın ismi “Suç ve Kefaretin Ötesinde’ ama dediği gibi ‘alt edilmişliğin keyfiyeti’ tasvir edilmiş.
Daha ilk bölümde “belge rapor sunmak yerine yüzleşme üzerine konuşmak istiyorum” demesi boşuna değil. Toplama kamplarında entelektüel insanın halini öğrenme fikri bile pek çoğunuza itici, ayrımcı, kibirli gelebilir. Ama orada bulunmuş bir yazarın gözüyle baktığınızda yargılarınız değişebilir: “Kamp hayatı, her şeyden önce bedensel bir kıvraklık ve zorunlu olarak gaddarlığın sınırlarına kadar vardırılmış bir fiziksel cesaret gerektiriyordu. Zihin işçilerinin çoğu zaman bedensel cesaretin yerine geçirmeye çalıştıkları ahlaki üstünlüğün de beş paralık değeri yoktu”. Analitik düşünce sistemine alışan insanın gündelik basit, kaba gerçekleri kabullenemeyen hali çoğu kez daha büyük yıkımlara yol açabiliyor. Kamptaki imha mantığını, işkenceyi sorgulamak, eminim ne o zaman ne de sonradan Jean Amery için kolay olmamıştır zira kendisinin de söylediği gibi o ‘varoluş mantığını’ anlaması yani kabullenmesi mümkün değildi.
Bugün yani 2015’de, bırakın yüzleşmeyi ‘soykırım’ kelimesini kullanmaktan ürken, kaçınan bir toplumda, geçmişe hatta geleceğe dönük yargılarımızı, belki yıpratıcı ama daha adil bir bakışla gözden geçirebilmemiz mümkün mü diye soruyorum kendime. Toplama kampından çıktıklarında daha bilge, daha insancıl, daha olgun kişiler olmadığını söyleyen yazar, “İnsanlıktan çıkmış insanın eylem ve cürümlerini izlerken, doğuştan kazanılan insanlık haysiyetine dair tüm fikirlerinizi sorgulamamanız mümkün değildir” diyor. İşte o sorgulama çabasında tercih ettiğimiz yöntemler ‘bizi biz yapan’ duruşumuzu, ölçülerimizi de belirliyor. Dolayısıyla bağışlamaya, yüzleşmeye, bir konuşmada, makalede, gündelik bir yazıda ya da edebi bir formda yaklaşmanın kerteriz noktası pek değişmiyor sanırım. Düşünsel iklimin felsefi ağırlığına rağmen, insanın başkasının aynasından kendisine yansıyan gerçekleri sarih bir dille anlatma ve içselleştirme çabasıdır esas olan. Arthur Schnitzler’in dediği gibi, “Derin düşünce dünyayı hiçbir zaman aydınlatmadı, sarih düşünceyse dünyaya çok daha derinden baktı”.
‘Kurban’ kendi hınç duygularını sorguluyor
Jean Amery, işkenceyi haysiyet, hınç, korku, öfke, güven gibi duygularla ele aldığı bölümün sonunda hakikati teslim ediyor: “İşkenceye yenik düşen kişi bir daha asla dünyaya ısınamaz. Yıkımın utancı bir daha asla silinmez. Daha ilk darpla birlikte kısmen sarsılan, ama işkence altında nihayet tümüyle çöken dünyaya güven duygusu yeniden kazanılmaz” diyor. Yurtsuzluğu yine yazarlarla anlatırken, insanın yurda ne kadar ihtiyaç duyduğu sorusuna verdiği cevap net ve yine iç burkucu: “Yanında ne kadarını taşıyorsa o kadarına ihtiyaç vardır”.
Bu mutlak bilginin ışığında toplumların birbirlerinden nasıl özür dileyeceği, kişinin ‘ötekini’ nasıl bağışlayacağı meselesi epey karışık aslında. İnsanın tabiatında hiç yok olmayan ve her fırsatta kendini gösteren ‘hınç’ var mesela. Ve onu yenebilmek, etkisini azaltabilmek sandığımız kadar kolay değil. Jean Amery, bir kurban olarak konuşurken kendi hınç duygularını sorguluyor. Esas derdi sorunu siyasi polemik alanına taşımak değil. O kurbanın öznel durumunu tasvir etmek istediğini söylüyor. Ve hınç duygusunun iç analizini her boyutuyla yapmaya çalışıyor. Amery, ahlakçılar ve psikologlar tarafından savunulan bir ruh halinin savunmasını yapmak istemiş.