Türkiye, 577 üyeli Fransa Parlamentosu Genel Kuruluna katılan 70 parlamenterin oyuyla çıkan karar karşısında adeta histeri krizine tutuldu.
Necip Türk Basını, kaleminden kan damlayan köşe yazarları, sosyal medya milliyetçileri öfke kusuyor.
Başbakan, oylama sonucu açıklanır açıklanmaz, sinirden titreyen dudaklarıyla “1915 olaylarının değerlendirmesini tarihçilere bırakmayan” Fransa’ya uyarı niteliğinde alınan kararları sıralayıverdi. Hızını alamamış olmalı ki, katıldığı bir konferansta “Soykırımın ne olduğunu baban Paul Sarkozy’ye sor” diyecek kadar sertleştirdi üslubunu.
Neden bu kadar kızdı anlamıyorum. Daha birkaç hafta önce Dersim katliamı için özür dilerken tarihçilerin kararını beklemiş miydi? Ben bu güne kadar hiçbir Milli Eğitim tarih kitabında Dersim Katliamından söz edildiğini, bu konuda resmi bir kuruluşun araştırma yürüttüğünü duymadım?
Cumhuriyetin suçlarına karşı “özel” hassasiyetimiz var tamam da, Cumhuriyet de öyle mantar gibi bitmedi ya Anadolu topraklarında. Bir kültürün, bir geleneğin üzerine kuruldu. İttihat ve Terakki geleneğinin ki o gelenek, Türklüğün ve Türkleştirmenin kitabını yazdı elhamdülillah!
Neyse ki, AB Bakanımız konuya entelektüel bir derinlik kazandırarak “Başbakanımızın açıkladığı Fransa’ya yaptırım kararları Sarko’ya kapak olsun” deyiverdi de bu konudaki önemli bir açık giderilmiş oldu!
Aslan sosyal demokratların lideri Kemal Bey de konuyu “düşünce özgürlüğü” bağlamında değerlendirerek “Fransız sosyal demokratlarına, işçi sınıfına” karara tepki göstermeleri için çağrıda bulundu. Gerçi Kemal Bey Dersim Katliamı için özür dilenmesine de tepki vermiş ve ihanetle suçladığı tüm özürcü teşkilatlarını apar topar görevden almıştı ama olacak o kadar! CHP özgürlükçülüğünün de sınırları var tabii…
Sonuç itibarıyla, pek sevdiğimiz ifade ile “Türkiye infialde!”
Tepkilerin tamamı aslında ortak bir anlayış ve dilde birleşiyor: “Cezayir başta olmak üzere, birçok sömürgesinde sayısız katliamla elleri hiç te temiz olmayan Fransa kendisine baksın!”
Fransa’nın Cezayir’de işlediği suçlar, hiç olmadığı kadar “hatırlanır” hale geldi, Cezayir dosyasının belgeleri ortalıkta uçuşmaya başladı.
Tabii toplumsal ikiyüzlülüğümüz yine devreye girdi ve BM Genel Kurulunda Fransa’nın Cezayir’de işlediği insanlık suçları görüşülürken Türkiye’nin Fransa lehine “çekimser” kaldığından kimse söz etme gereği duymadı. “Cezayir’e bu kadar bayılıyordun, Fransa’nın Cezayir’de işlediği katliamlara bu kadar için yanıyordu da 1950’lerde neredeydin?” diye sorarlar adama.
Uzağa gitmeye gerek yok, nice katilleri köşklerde ağırladık biz. Gün geldi Darfur kasabını, gün geldi şimdi Cezayir’i hatırlattığımız Mösyö Sarkozy’yi, gün geldi üzerinde güneş batmayan imparatorluğun Kraliçesini… Malum, bol sıfırlı anlaşmalar her türlü ayıbın üstünü örter günü geldiğinde…
Bildik hikâyedir ya… Adam içeri atılmış, kadın tacirliğinden! Çıkmış ama itibar aynı. İşin sırrını sormuş bir dostu. Gülmüş bizimki. Almış eline bir kalem, yazmış güzelce “p.z.v.nk” diye. Dostuna sormuş: Ne görüyorsun? “P.z.v.nk” demiş dostu. Gülmüş adam. Sonra yazının üstüne 100 dolarlık bir banknot koyup yeniden sormuş: Ya şimdi ne görüyorsun?
“Suçluların kardeşliği” BM Genel Kurullarında çok güzel işlemiştir bugüne kadar. Sen benim suçumu örtbas etmeme yardımcı ol, ben de seninkine ses etmeyeyim! Gün ola benim kirli çamaşırların kokusu çıkar da sen sessizliğini bozarsan, benim de elim armut toplamaz. Malum, “tencere dibin kara, seninki benden kara!”
Tepkilere bakıyorum da, tartışmalar aslında olması gerektiği gibi Fransa’nın siyasileştirilmiş bir mesele üzerinden “resmi görüş” yaratması zemininde yürümüyor. Varsa yoksa “biz soykırımcı bir millet değiliz” ve “Fransa asıl kendisine baksın” homurdanmaları!
Oysa Fransa Parlamentosunun bu kararını asıl rahatsız edici kılan şey, tarihin devletleştirilmesi! Herkes biliyor ki devletlerin “resmi tarihleri” ile halkların gerçek tarihleri farklıdır. Tarih yıllar içerisinde, edinilen bilgi ve belgeler ışığında ve elbette tarihi okuyanların kimlikleriyle de bağlı olarak her gün yeniden ve yeniden yazılıyor.
Ben bu güne kadar okuduklarım, dinlediklerim üzerinden bir kanaate sahibim. İttihat ve Terakki’nin ciddi bir insanlık suçuna imza attığına ve Ermenilerin katledilmesinin sorumluluğunu taşıdığına inanıyorum. Bu kanaati her alanda tartışabilme ve savunabilme özgürlüğümün elimden alınmasını istemiyorum.
Buna karşılık 1915 olaylarının bir soykırım olmadığı görüşünü bilimsel çerçevede tartışan, kendilerince kanıtlar arayan ve sunmaya çalışan insanların da bu özgürlüklerinin devlet eliyle ellerinden alınması savunulamaz.
Soykırımın varlığı ya da yokluğu tartışması ayrı şey, soykırımı haklı görmek ve savunmak ayrı şey. Soykırımın kendisi ve soykırım savunuculuğu bir insanlık suçudur. Ama tarihsel olayları “resmi görüşten bağımsız” biçimde bilimsel olarak araştırmak da ayrı bir şeydir.
Şimdi Fransa’da hangi tarihçi soykırıma ilişkin gün ışığına çıkacak yeni belgeler üzerinde araştırma yapabilir ki? Devlet karar vermiş, mesele kapanmıştır zira! Araştırmaya da gerek kalmamıştır haliyle!
Ortaçağ Avrupa’sında da bazı meselelerin defteri dürülmüş, karar verilmiş ve mesele kapanmıştı. Dünya düz bir tepsiydi örneğin. Bundan şüphe duymak bile Engizisyon karşısına çıkıp mahkum edilmeye yeterliydi…
Sadece Ortaçağ Avrupa’sı mı? Çok değil birkaç yıl önce soykırımdan söz edenlerin 301’den yargılandığını, Hrant Dink’in ise henüz yargılama evresinde infaz edildiğini, “Ermeni kardeşlerimizin tarihte yaşadıkları acıyı paylaşıyor ve özür diliyoruz” diyenlerin katli vacipler listesine konduğunu unuttuk mu?
Bir türlü yüzleşemediğimiz Ermeni katliamı on yıllardır Türkiye’nin başını ağrıtıyor. Uruguay’dan İsveç’e, Fransa’dan Şili’ye, Kanada’dan Rusya’ya kadar 20’den fazla ülke 1915 olaylarını resmen “soykırım” olarak niteliyor. Her parlamentonun kararının ardından Türkiye’de parlayıp sönen öfke nöbetleri, akılcı bir çizgide tarihle yüzleşmeye dönüşemiyor.
Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi[1] bile “tehcir sonrasında” Anadolu’da 1 buçuk milyon Ermeni’nin yaşamakta olduğunu ortaya koyuyor ki, bu rakam bile 1915’ten günümüze kala kala 80-90 bin Ermeni’nin kaldığına bakıldığında durumun vahametine ilişkin fikir veriyor.
Ermeni’si, Rum’u, Süryani’si, Yahudi’si bir avuç kalmış bir ülkede “nereye gitti bunca insan” diye sorma sorumluluğu herkesten önce bizim omuzlarımızdayken bundan kaçarsak, elin oğlu gelip şerhini koyuverir senin hikâyene…
Sen de böyle oturur günde beş vakit hatmettiğin “Türkiye Türklerindir” safsatasını tespih ederken, “nereye gitti ama Anadolu’nun kadim sakinleri” diye sorulduğunda “yedi düvel bize karşı” edebiyatı yaparsın.
[1] Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, Murat Bardakçı, Everest Yayınları 2009, sf. 109