“Süheyla abla ve küçük kızları...”

Sevgül Uludağ

Ulus IRKAD

Süheyla Abla, 1964’ün 9 Mart’ından sonra Baf’ın en mutsuz insanlarındandı. Daha çok genç bir kızken, Baf çarpışmalarında, kocası Kemal’i şehit vermişti. Ve daha çok genç, tüm eşyasını,çehizini bırakarak üç küçük kızıyla (Aradan 50 yıl geçtikten sonra üç kız kardeş olduklarını hatırlıyorum, inşallah doğru hatırlıyorumdur) gelip, Baf’ın Türk Bölgesi’nde-Ülkü Yurdu’nda, çocuklarını yetiştirmeye koyulmuştu. Süheyla abla savaştan korkardı, çocuklarının bu savaştan zarar görmesini istemezdi. O savaşın ne demek olduğunu çok iyi bilirdi.

MAVRALİ AİLESİ...

Süheyla Abla’nın beyi Kemal abinin de ailesi, Mavrali ailesi, Baf’ın talihsiz ailelerindendi. Baf’ın Mavrali ailesi; Baf’ı en maldar ve zengin ailesi…Ama maalesef savaş bu aileye hep zarar getirmişti. Kocası Kemal 1964 yılında, kocasının birinci evliliğinden olan oğlularından biri olan İhsan Kılıç, 1974 yılında, babasının şehit olduğu yerde şehit olmuştu. Süheyla ablanın kızlarından en büyüğüydü Yıldız… O da hep yüzü gülen, hayata umutla bakan, gülen yüzünün kalbine yansımasıydı gülüşü… Dedim ya, aile bu talihsizliğini savaşlarda yitirmişti ama babalarının ve abilerinin talihsizliğini, kayıbını barışla, mutlulukla yenecekti.

Süheyla abla mutsuz olmasına rağmen bunu çocuklarına göstermeye hiç çalışmadı. Temiz kalbiyle, tertemiz bir şekilde çocuklarına dürüstlüğün ve temiz kalbin mutlulukta en büyük öğe olduğunu hep göstermeye çalıştı. Hatırladığım kadarıyla üç küçük kızdılar (Tekrar edeyim aradan 50 yıl geçti ve öyle geliyor aklıma.) Hepsinin de yüzü gülücüklerle doluydu. Ve en büyükleri de Yıldız’dı. Gökyüzündeki yıldızların en parlağıydı, en neşelisiydi ve en aydınlık ufuklara bakanıydı o…

“SAVAŞ ÇIKACAK MI ULUSUM?...”

15 Temmuz 1974 tarihiydi. Kıbrıs’ın geleceğine kapkara bir Azrail gibi çökmüştü üzerimize savaş kabusu. Tüm çocuklar, 14, 16,17 ve hatta daha da küçükler (12 yaşındaki çocuklar bile mevziye koşmuşlardı ya?), insan azlığından mevzilere çağrılmıştı. 20 Temmuz’a yakın günlerden bir gün eve bir bakarak olup, annem, babam ve büyükler ne yapar diye sorup öğrendikten sonra, tekrar mevziye dönmek için ninemim mahallesinden, yani Sadrazam Kamil Paşa Sokağı’ndan geçip, Mazlume Hanım’ın Yıldız Oteli’nin hemen yanındaki evimize gitmek için yolumu uzatmıştım ki… Süheyla ablayı üç kızcığı ile o sırada, onlara sarılmış, o temiz ve güler yüzüyle bana bakar bulmuştum sokakta. 1964 yılından beri dedem ve nenemin yanında, küçük bir evde, komşuları olarak kalıyorlardı o yıllarda.

“Savaş çıkacak mı Ulusum?” diye sordu bana…

“İnşallah çıkmaz Süheyla abla” diye cevap verdim ona..

“Ulusum ben bu çocuklarımı nasıl büyüttüm, biliyor musun? Ben onları savaştan kurtardım, her türlü tehlikeden uzak tutarak bu yaşa getirdim. Allah sizi de tüm çocukları ve tüm gençleri de korusun oğlum” demişti. Yıldız ve diğer kız kardeşleri , birbirlerine ve annelerine sarılmışlardı. Endişeliydiler… Babalarını kaybedeli on yıl olmuştu, kendi toprakları olan Mavrali’de…

Süheyla ablayı öyle anımsıyorum. Yıldız ve kızkardeşlerini de öyle... Onlar babasız, annelerini en büyük kurtarıcı olarak görmüşlerdi.

Yıldız Birinci

SONRA SAVAŞ ÇIKTI...

Sonra savaş çıktı… Mavralide’ydim... Yanımda da Süheyla ablanın kocası Kemal abinin birinci evliliğinden oğlu olan İhsan vardı. Orada Kemal abinin 1964- 9 Martı’nda şehit olan yerinde, İhsan da şehit oldu. Süheyla abla İhsan oğlu için de Baf’ta çığlık attı, ağıtlar yaktı, Yıldız ve kızkardeşleri de anneleri gibi çığlıklar atıp, yas tuttu. Sonra İkinci Harekat’ta, Kemal abinin küçük kardeşi Coşkun abimiz de, kayıp gitti gözlerimizden. O da şehit oldu O İkinci Harekat başladığı sıralarda… Coşkun abinin de üç kızı kalmıştı geriye.. Dedim ya, Mavrali ailesi gerek 1964 yılında, gerekse 1974 yılında, canlarını verdi Baf’taki savaşa…

Baf’ta bir sene esir kalmıştık. Arada onları Baf’ta gördü müydüm, yoksa unuttum mu o sevecen ve melek olan annelerinin onlara sarılmışlığında. Sonra da Kuzey’e geçtik. İnanın ne Yıldız’ı, ne kızkardeşlerini, ne de Süheyla ablamızı görebildim 1974 sonrasında. Elli yıl.. Dile kolay… Elli yıl.. Sevgili komşularım, sevgili Süheyla ablam, tüm annelerin en iyi yüreklisi ve cefakar- fedakar olanı… Ve var gücüyle kızlarına sarılışı geldi hep aklıma, bana o savaştan nefret eden sözleriyle…

Daha önce de Süheyla ablanın çocuklarının, bir kızkardeşlerinin vefatı geliyor aklıma(Belki yanlışım, dile kolay tam 50 yıl geçti aradan). Sonra da Süheyla ablamız ve de o masum ve sevecen yüzüyle… O da Cennete gitti bu elli yılda..

Birkaç gün önce Yıldız komşum, Yıldız arkadaşımızın ölüm haberi düştü sosyal medyaya…

Yıldız Birinci'nin vefatı, herkesi üzdü...

HERŞEYE RAĞMEN UMUTLA BAKMAK İSTİYORDU DÜNYAYA...

Annesinin ve tüm ölenlerine rağmen Yıldız bu resimde dünyaya, aynen Baf’taki gibi neşeyle mutlulukla bakıyordu…Herşeye rağmen, bunca acıya rağmen yaşamak ve umutla mutlulukla bakmak istiyordu dünyaya. Kızı Meral’in etkili ifadeleriyle büyük bir acıydı Yıldız’ın ölüm haberi…Daha yaşanacak o kadar uzun bir hayat vardı ki?

Biliyorum; büyük acıların, çilelerin, cefaların çekildiği bu hayatta, Yıldız da şimdi yıldızlara karışıp aramızdan gitmesine rağmen, evlatlarına ve ailesine sarılacak. Annesi Süheyla ablamızın Baf’ta yaptığı gibi.

Hoşça kal, mahallelim, komşum, çocukluk arkadaşım Yıldız. Yıldızlar Yıldız’a gökyüzünde ebediyyen yoldaş olsunlar…Hoşça kal…


BASINDAN GÜNCEL...

“İyi ki, Baron Hrant...”

Lora Baytar Çapar

15 Eylül Baron Hrant’ın doğum günü. Ne şanslıyım ki böylesine güçlü bir ‘patron’um oldu. Rüzgârıyla bile hayatlar değiştiren, özel bir insandı.

Ben Ermeni okullarında okuyamadım; ‘mahalle okulu’ olarak tanımlanabilecek eğitim kurumlarına gittim. Liseyi bitirirken, babam, okumaya devam edebilmem için İstanbul sınırları içinde bir üniversiteye gitmemi şart koştu; İstanbul dışında bir tıp fakültesini bile kazansam gidemeyecektim. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne girdim. Çok ağlamıştım kazandığımı duyduğumda, çünkü gazetecilik bölümünü bekliyordum. Zamanla benimsediğim bölümümü bitirdikten sonra rotamı yine gazeteciliğe çevirdim. 2000 yılının Kasım ayında yolumun Agos ve Baron Hrant’la kesişmesinin ardından, beni ben yapan tüm değerleri bir bir yüklenmeye başladım.

Gazeteye ilk gelişim bir akrabamız vesilesiyle olmuştu. Yazıp çizmeyi sevdiğimi biliyordu; bana yol göstermesi için Hrant Dink’le tanışmamı salık verdi, bir de randevu aldı benim için.

Lisansı yeni bitirmiş, yüksek lisansa başlamıştım. Çok şey bildiğimi sanırken hayatta ne kadar tecrübesiz, kimliğimden ve kültürümden ne kadar uzak olduğumu ilk olarak Agos’ta anladım. Baron Hrant, tanıştığımızda, tez konusu olarak ne düşündüğümü sordu; Antik Yunan mimarisi üzerine çalışmak istediğimi söylediğimde, bana kimliğimi hatırlatıp, Ermeni mimarisinin de benim gibi araştırmacılara ihtiyacı olduğunu söyledi. Peki, nasıl olacaktı? Dili bile bilmiyordum. İşte o an, yeni bir yolculuğa başlamış oldum. Dil öğrenmem için hemen birileriyle görüştü Baron Hrant; Baron Muşeğ Nacar’dan Ermenice dersleri almaya başladım. Baron Sarkis Seropyan da işin ucundan tutunca, ‘kayıp’ bir Ermeni genç kimliğiyle tanışıp topluma karışmış oldu. Dil dersleri alsam da, Ermenice kaynakları tarayıp çeviri yapacak durumda değildim. Baron Seropyan ve Aris Nalcı’nın bu konudaki katkılarıyla ortaya devasa bir tez çıktı: ‘Galata Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi ve Orta Çağ Ermeni Mimarisi ile İlişkisi’.

İşte böyleydi Baron Hrant’ın insanlara dokunuşu, bazen ufak bir söz, bazen koca bir destek…

Her gün gazeteye gidiyordum. O kadar kalabalıktı ki o zamanlar, herkesin bilgisayarı da yoktu önünde. İnternet deseniz, sadece bir bilgisayarda vardı ve onu da öyle herkes istediği an kullanamazdı. Agos’ta işe başlayan herkes gibi önce orta masada Arman’la arşiv taraması yaptım. Her gün tüm gazetelere teker teker bakılıyor, bizlerle ilgili haberlerin kupürleri kesilip arşivleniyordu. Gazeteye çalışmak için gelen pek çok kişi bu aşamayı geçemez, sabırsız davranıp işten ayrılırdı. Ama ben zamanla, aynı anda hem muhabirlik, hem editörlük, hem grafikerlik yapar oldum.

Dolayısıyla, Agos’un topluma kazandırdığı bir Ermeni olduğumu söyleyebilirim. Bir bir özümsedim, Baron Hrant’tan bize aşıladığı değerleri. Öncelikle ve en çok da özgüveni...

Bize bir iş verirken “Acaba yapabilir mi?” diye düşünmezdi Baron Hrant; işi verir, sonucunu çarşamba gecesi prova sayfalarda okurdu. Onlarca hata yaptık muhtemelen, ama hiçbiri için başımızı eğdirmedi, bize her şeyi yapabilecek güçte olduğumuzu fark ettirdi. Bir keresinde İsrail’e, dünyanın çeşitli yerlerinden gençlerin katılımıyla İsrail-Filistin ilişkilerinin ele alınacağı bir atölyeye göndermişti beni. Dönüşümde, nasıl geçtiğini sorduğunda, ona ne kadar ‘büyüdüğümü’ anlatmıştım. Beni nereye gönderirse göndersin, sorgusuz sualsiz giderdim, çünkü her gidiş bir şeyler katıyordu bana.

Gazete haftalık çıktığı için iş yoğunluğu belli günlere toplanmıştı. Her pazartesi, yeni sayının içeriğine ilişkin bir toplantı yapılır, sonrasında bu içeriğin oluşması için çalışmaya başlanır, salı günü daha yoğun çalışılırdı. Çarşamba dendiğinde ise akan sular dururdu. İşimiz geceyarısından çok sonra, bazen 03.00’te, bazen 05.00’te, bazen de gün aydınlandıktan sonra biterdi. Baron Hrant arabasıyla bizleri tek tek evimize bırakır, öyle giderdi kendi evine.

İlk zamanlar CD, DVD yoktu, disket kullanırdık. O 4 megabitlik disketler öyle kıymetliydi ki kaybetmemek için bazen boynumuza asardık. O dönemlerde gazete baskıya büyük hard diskle giderdi. Bu işi, Leda (Mermer) ve ben dönüşümlü olarak yapardık. Sabah matbaaya hard diski teslim eder, gazetenin sayfa kalıplarının hazırlanmasını beklerdik. Kalıplar hazırlanır, baskı makinelerine bağlanır ve baskı başlardı. Her seferinde kalbim pır pır ede ede beklerdim, ya bir hata olursa diye. Çıkan ilk sayı bizim kontrolümüzden geçerdi. Sayfaların doğru bağlanıp bağlanmadığını, yazı karakterlerinin doğru açılıp açılmadığını kontrol ederdik. Benden önce bu işi yapan arkadaşım, bir keresinde 1. sayfayı hatalı yüklemişti, gazete basılıp ofise gelince fark edilmişti durum. “Eyvah, ne olacak, Baron Hrant şimdi ne diyecek” diye korkarken, Baron Hrant arkadaşımıza “Kızım, sen âşık mısın, neden böyle yaptın?” demişti ve kapanmıştı konu. Tüm gazeteler çöp olmuş, o sayı yeniden basılmıştı.

Mesai aslında 09.00’da başlardı ama o saatte gelen olmazdı pek. Ofiste kimseler yokken çalışmayı sevdiğimden genelde erkenden orada olan ben, bir salı sabahı, geciktim. Saat 11.00 civarıydı. Zile bastım. İçeriden Baron Hrant’ın bağırma seslerini duydum. Kapı açıldı. Sekreter arkadaşım “Git git, girme hiç, Baron Hrant çok sinirli, herkes geç kalmış diye çok kızgın, sana patlayacak” dedi. Ama artık çok geçti, içeri girmiştim bile. Baron Hrant’la karşılaştık; “Neredesiniz kızım, saat kaç oldu, gazetede kimse yok, bugün çarşamba, bari bugün erken gelin” dedi. Bağırmıyordu ama kızgın bir ses tonuyla konuşuyordu. Ben de pişkin pişkin “Ama Baron, bugün salı” deyiverdim, salı günü geç kalmak normalmiş gibi… Yanağımı sıkıp “Pardon kızım, ben çarşamba sanıyordum” dedi. Bu kadardı kızgınlığı, başka biri olsa benim o pişkin cevabıma daha da fazla öfkelenip kovardı karşısından.

Hiçbir zaman ‘patronluk’ yapmadı bize Baron Hrant, ama saygınlığı bakiydi, Baron’umuzdu bizim. Yılbaşında birlikte ‘Ararat’ konyağı içtiğimiz, kendisine gelen çikolata paketlerini açmadan Leda’ya ve bana teslim eden, konser biletlerini bizimle paylaşan, televizyonların canlı yayınlarına giderken bize kravatını seçtiren, karşısına çekinmeden çıktığımız, bize dimdik durmayı öğreten sevgili Baron’umuzdu. 16 yıl önce, o karanlık 19 Ocak günü yaptığımız cuma toplantısının ardından değişti hayatımız. Baron’umuzu aldılar bizden. Geride yılmadan çalışan, özgüvenli neferler olarak bizler kaldık.

İyi ki doğdun ve yaşadın Baron Hrant, iyi ki geçtin bu dünyadan ve iyi ki dokundun ben ve benim gibilerin hayatına.

(AGOS – Lora Baytar ÇAPAR – 15.9.2023)