Bazen kapı çalar bir çerçeve içinde en değerli varlığımızı bize sunardı…
Çerçevenin içindeki çocuğun gözlerindeki yaşam sevinci, fotoğrafı çeken adamın yaşam sevincine denk düşer; nerede olduğuna, arka planda ne olduğuna bakmaksızın, çocuğun gözlerdeki o coşkuyu fotoğraflamak için çocuksu bir heyecanla deklanşöre basar, fotoğraftaki çocuk bu yakınlığı hisseder, içtenlikle gülümserdi…
Bazen hiç beklenmedik bir anda kapı çalar, geleceğe imzalı kitaplar bırakırdı okumayı yazmayı daha öğrenmemiş çocuklara… Aslında bir umudu taşırdı ellerinde, geleceğe dair ve geleceğe kalmaya…
Anne kitaplardan birini okur, çocukken kızın babasına yazdığı nota duygulanır, bir daha ki buluşmada bu anekdot paylaşılır, adamın ince bir hassasiyetle gözleri dolardı… Ebeveyn olmanın getirdiği vicdani sorumluluk ve duygusal yoğunluğun yakınlığında buluşurdu anne ile adamın gözleri… Konuşmadan, anlaşırlardı…
“Süleyman Enişte, gel bir kahve yapayım!’’ derdim, her geldiğinde. “Neşe gelsin, ayarlayıp buluşalım. Bilirsiniz ya, biz yakın ama uzak komşularız!” derdi; gülerdik… Hayat hep aynı rutinler içinde sonsuza dek sürecek zannederdik… Ama Süleyman Enişte bilirdi öyle olmayacağını… Gancelliyi kapatırken hep bir telaşı olurdu yaşama dair… Geç kalmak istemezdi yaşamaya… Daha sıkacağı onlarca el, bakacağı yüzlerce göz, dokunacağı binlerce yürek vardı… Bir eziyet ise yaşamak, keyfe dönüştürülecek bir eziyeti… Nazım Hikmet’in dizeleri onu mükemmel anlatırdı:
‘‘Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.’’
(‘‘Yasamaya Dair’’, Nazim Hikmet, 1947)
Dans pistlerini boş bırakmaz, espiri yapmadan durmaz, olduğu yerin neşesini eksiltmezdi.
60’lı yaşlarının başında bir yemekte sohbet ederken ‘‘Ben tüm insanları çok severim. Yanlış anlamayın, bu noktaya kolay gelmedim’’ demişti… 60’lı yaşların bilgeliğinden adım adım Lefkoşa’ya akardı... Genç yaşlı fark etmeksizin herkesi kucaklardı… Vefat haberi geldiğinde boşa değildi oluk oluk akan sevgi seli… Hani derler ya ‘bir çocuğu koşulsuz sevin’ diye, sadece çocukların değil yetişkinlerin de bu koşulsuz sevgiye muhtaç olduğunu yaşamı ile öğretenlerdendi bize…
Eskiden iskemleci olan şimdi restorana dönüşmüş bir mekanda karşılaşmıştık bir bahar günü… Bir Kıbrıslı Türk-Kıbrıslı Rum buluşması için rezervasyon yapmış, arkadaşları gelmeden gelip masa hazır mı, sevdikleri içecekler var mı derken son kontrolleri yapmış, bu arada da sohbet etme fırsatı bulmuştuk… Annan Planı dönemi yaptığı röportajlardan oluşan Annan Planı Mülakatları isimli kitabının o dönemin siyasi portesini çektiğini, gelecek kuşaklara bırakılan çok kıymetli bir eser olduğunu, Rum arkadaşlarının böylesi bir belgenin Rum literatüründe bulunmadığından bahsettiğini, ve Yunancaya çevrilmesinin ne denli önemli olduğundan; geleceğe dair projelerden, tutkuyla yaptığı işten, çok sevdiği adasına katkı koymaktan bahseden bir sohbete tutuşmuştuk…
Evimizde verdiğimiz ilk davetlerin birine aldığımız en beklenmez ve şaşırtıcı hediye ile gelmişti. Güzelce ambalajlanmış bir hediye kutusunun içinden bir kürek çıkmıştı! ‘Evliliğin temellerini sağlam atalım’ diye düşünerek verdi herhalde Enişte bu hediyeyi, diye düşünmüştüm… O kürekle ilk önce çiçekler ekildi; mutlulukla yeşerdi, hayat buldu bir bahçe… Sonrasında ard arda ölen iki kuşun bedenlerini toprağa vermek için çukur açarken kullanıldılar… Bir kürekle aynı anda hem yaşamı hem ölümü bir araya getirip, tüm bunlar iç içe geçerken de – her gününü son günüymüşçesine doya doya yaşamış biri olarak – anı kaçırmamayı bize hatırlatır gibiydi…
Lefkoşa sokaklarında ona denk geldiğimiz son seferde ailece bir fotoğrafımızı çekip paylaşmıştı… Bu, Süleyman Ergüçlü’nün bir foto muhabiri heyecanı ile sıklıkla yaptığı ve pek çok Lefkoşalı’ya sunduğu bir armağandı. 2015 yılında Feriha Yiğittürk’e verdiği röportajda, ‘‘‘Ben son yıllarda çok bencil oldum’. ‘Ne demek ve nasıl?’ diye sorarsanız, çocuklarıma hediye vermeyi sevmeye başladım. Evet, bencilliğimden yapıyorum. Küçük hediyeyi verirken o mutluluğu görüp mutlu oluyorum. Kendi mutluluğum için mutlu oluyorum.’’, demişti. Lefkoşa sokaklarında denk geldiği insanlarına koşulsuzca sunduğu binlerce fotoğraf, çekildiği gün çekilenlerin varlığını onure eder gibi görünse de, şimdi geri dönüp baktığımızda bu fotoğraflar, fotoğraftakilerden çok fotoğrafı çekeni çekilenlerin kalbinin sıcak bir köşesinde var etmeye devam ediyor…
Şimdi tüm bu karşılıklı mutluluk çoğaltıcı ‘bencillikler’ içinde yarattığı çerçevelerden, kitap sayfalarından ve bize biriktirdiği anılardan, O bize gülümsüyor… ‘‘Böyle olacağını da öngörmüş müydü, acaba?’’ diye düşünmeden edemiyor insan… Tek bildiğimiz fiziken yanımızda olamasa da binlerce Kıbrıslı’nın kalbinde ve gelecek nesillerin zihinlerinde sevgi ve saygıyla yaşamaya devam edeceği! İyi ki yaşadı bu coşkulu hayatı ve binlerce insanın yüreğine bu denli dokundu!