Tufan Erhürman
Geçen haftaki yazıyı gazeteye gönderdikten sonra hatırladım. Pessoa’nın tam da o yazıya uygun bir paragrafı var: “Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim” (Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, çev. Saadet Özen, İstanbul, Can Yayınları, 2006, s. 51).
İki ayrı üzüntü vesilesi vardır bu paragrafta. Öncelikle, gözlerinin önündeki perdenin kalktığı ana kadar yaşadıklarına yanar yazar. O güne kadar gözlerinin önüne çekilen perdenin çarpıttığı bir görüntüyü, hatta belki de Platon’un “Mağara Meseli”ni hatırlatırcasına (ki Matrix’te de o meselden esinlenmeler vardır kuşkusuz) perdenin üzerindeki görüntüleri gerçek dünya sanmış olmaktan yakınır.
Platon, Devlet’te şunları söyler: “Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş... İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyorlar, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi aralarına koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar...
Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, taştan, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler bölmenin üstünde görülüyor...
Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez değil mi?” (Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s. 183-184).
Platon’u okuyunca insan ister istemez karamsarlığa kapılıyor. Geçen haftaki yazıda değindiğim gibi, günümüzün teknolojisi ve iletişim olanaklarıyla daha da kaçınılmaz bir hale geldiği açık olsa dahi, insanlık çok uzun bir zamandan beri görüp de kendi gerçeği sandıklarının aslında başkalarının gerçeği olmasından muzdarip.
Ama elbette Pessoa gibi, gözünün önündeki perdeyi kaldırmayı başaranlar da var her devirde. Platon da bu ihtimalden bihaber değil. Nitekim bir kısmını yukarıya aktardığım pasajın devamında bu başarıyı yakalayanın hallerini anlatır büyük filozof:
“Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek [aynen Neo’nun gözlerini ilk kez kullandığında hissettiği acı gibi]. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona, demin gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek...
Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp bir yokuştan çıkarıp, dışarıya gün ışığına sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi?..
Yukarı dünyayı görmek isterse, buna alışması gerekir.”
Platon’un bu “yukarı dünya”sı ne kadar da benziyor geçen haftaki yazıda sözünü ettiğim Orinoco Nehri civarında doğmuş olan eski bilgelerin “dünyaların dünyası” dedikleri şeye!
Neyse, biz Pessoa’nın üzüntülerine dönelim yine. Çünkü, ne perdenin kalktığı anda duyulan acı, ne de o güne kadar harcanan zamandır esas mesele. Esas mesele, bir kez dünyayı kendi gözleriyle görmeye başlayanın, ansızın yapayalnız kalması, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmasıdır. Platon, binlerce yıl önce yazdıklarıyla, bu hali de en çarpıcı biçimde anlatmaktadır:
“Bir de şunu düşün: Bu dediğimiz adam yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa...
Daha gözleri karanlıklara alışmadan, ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlıklar içinde düşünmek, zincirlerinden hiç kurtulmamış mahpuslarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa, herkes gülmez mi ona? Yukarıya boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi? Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?” (Platon, s. 185).
İşte geçen hafta zırt diyen zurnanın bu kez zort dediği yer burasıdır. Dünyayı kendi gözleriyle görmeye başlayan kişi, artık kaçınılmaz olarak kendi yurdunda sürgündür. Unutmamak gerekir ki kendi yurdunda sürgün olanın acısı, yurdunu terk edip de sürgüne gideninkiyle kıyaslanabilir değildir. Çünkü bu acı, Said’in deyişiyle, “yuvanızın aslında pek de uzakta olmadığını hatırlatan birçok şeyle birlikte yaşamaktan, çağdaş günlük hayatın normal akışının sizi eski yerinizle sürekli ona ulaşacak gibi olduğunuz ama bir türlü ulaşamadığınız bir temas halinde tutmasından kaynaklanır” (Edward Said, Entelektüel, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995, s. 54).
Ve Pessoa’nın kederini de yine en iyi Said anlatır: “Sürgün, bir insanla doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında açılan onulmaz gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir” (Edward Said, “Kış Ruhu”, Kış Ruhu, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 36).