Surlar İçindeki Tanrı Misafirleri

Bir gün gelir, her insan (Kıbrıs’ta yaşayan veya yaşamayan) bu dünyada Tanrı’nın bir misafiri olduğunu bir şekilde idrak eder. Bu anlayışa erişmek ölüm yatağından ne kadar önce olursa, herkes için o kadar iyi ve iyileştirici olur.  

Bilge AZGIN
(Konuk Yazar)
 

Bundan yaklaşık iki ay önce otoparka yürürken kaldırımın üzerinde Kuran’ı açmış tek başına ayet okuyan birine rastladım. Kaldırımın yanındaki yoldan vızır vızır arabalar geçiyor. Her ortamda veya kurumda olduğu gibi kendi kendisiyle samimi olan kişiler ilk andan itibaren insanın gönlüne hoş gelirken, samimiyetsiz olanlar ise ne yapıp etseler de göze batarlar. Yaşadığımız siyasi dünyada ilk önce insanları tanıyıp anlamaya çalışırken onların ideolojik formasyonuna bakılsa da, benim insanlarda ilk baktığım şey kendi kendileri ile ve ardından da diğer insanlarla ne denli samimi olup olmadıklarıdır.

Bu hayattaki pratik yönüne bakacak olursak, samimi olmaya çalışmayan veya böyle bir niyeti olmayan bir kalb hem kendine hem de etrafındaki insanlara zarar verip durur. Sırf sizin ideolojik veya inanç formasyonunuza yakındır diye (solcudur, dindardır, Alevidir, hemşeridir, feministtir veya milliyetçidir) kendi samimiyetsizlikleriyle samimi veya barışık olmaya çaba göstermeyen birisi ile kısa ömrünüzde gereksiz yere nahoş bir zaman harcadığınızı ve hatta kendi kendinize zarar verilmesine de izin verdiğinizi elbet bir gün gelir herkes gibi anlarsınız. Samimiyetsizlikleri ile samimi olmak kavramının altını çizmekte fayda var çünkü insanız ve samimiyetsizliklerimizle hayat boyu dürüst ve açık bir şekilde çalışmamız kaçınılmazdır.

Bunun en önemli sebebi, sonsuzluğa açılacak olan insan kalbinin ilk ve en önemli penceresinin samimiyet olmasıdır.

Hikâyemize geri dönecek olursak… Kendi başına Kuran’dan arapça ayetler okuyan adamın biraz ilerisinde duran banka oturdum ve kendisini senfoni dinler gibi dinlemeye koyuldum. Hangi dinden olursa olsun farketmez (Budist, Hristiyan, Müslüman, Şaman), samimi bir kalpten çıkan dualar insan ruhunun en güzel ve en derin şiirlerindendir. Belli bir süreden sonra Hoca efendi sureyi bitirince “ne güzel burda oturup beni dinledin, birgün gel çayımızı iç” dedi. Ben de “Sağol. Güzel okudun. Duaların kabul olur inşallah. Bir gün elbet çay içmeye gelirim” dedim ve oradan ayrıldım.

Aradan 3-4 ay geçmişti. Surlar içinde kitapçıya giderken bizim Derviş Paşa Konağı’nın karşısındaki park yerine arabamı park ettim. Vaktim olduğu için 3-4 ay önce verdiğim sözü tuttum ve Hizmet Sendikasının kapısını çaldım. Osman Hoca efendi çıktı. “3-4 ay önce tek başına Kuran’ı okuyan siz miydiniz?” diye sordum. Hoca efendi sanki beni daha dün görmüş gibi doğal “Evet! Evet! Buyur gel böyle, oturup sohbet edelim” dedi. Kaldırımın üzerinde ve devasa çam ağacının gölgesinde kurulu masaya oturup sohbet etmeye başladık. Nesin, ne değilsin, ne iş yaparsın?

Bir süre sonra aklıma geldi. Hemen Hocaya sordum. “Bizim Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın seçimlerden önce sizden oy koparsın diye geldiği dergâh burası mıydı?” Seçim öncesi siyasiler tarafından oy deposu olarak görülmeye alışmışlar ki çok sıradan biçimde “haa evet evet buraya gelmişti” dedi. Ne de olsa on yıllar boyunca, seçimden seçime oy almak için uğradıkları ve seçimden sonra da yaptıkları vaatleri unuttukları en çok bu kesimlerdi.

Derken siyah bir araba yolun kenarında duruyor. Adam arabadan çıkar çıkmaz, “Hoca efendi nasılsın? Seninle öğlen yemeği yemeye geldim” diyerek oturuyor. Belli ki buraya sık sık sohbet etmeye gelen birisi. Restoranttan paket dürüm çağırıyorlar ve sohbete başlıyoruz. Sohbetin içinde “ben bir kere hacca gittim, şimdi de iki çocuğun eğitim ve okul masraflarını karşılıyorum” diyor. Ben de ona “Güzel. Bir kez gitmek yeterlidir, sen bazı siyasiler gibi her sene Hacca veya umreye gideceğine onun yerine insan yetiştirmeye harcıyorsun” diyorum.

Bu arada, isminin Osman olduğunu öğrendiğim Hoca, mahallede tüpü eksilen bir komşusuna kendi tüpünü götürüp geri geliyor. Osman hoca gelince bana hangi kitabı tavsiye edersin diye soruyorum. Sağolsun hemen 2-3 kitap seçip elime tutuşturuyor. Ardından bir reno 9 duruyor. İçinden bir kadın çıkıyor. “Hoca efendi size humus getirdik, Eşimin de size çok selâmı var” diyor. Hoca efendi “çok teşekkür ederim eksik olmayınız” deyip içeri götürüp hemen dönüyor. Kıt kanaat geçinen insanlar, her zaman dayanışmayı da nimeti paylaşmanın değerini de daha iyi bilirler.

Koyu Kıbrıslı aksanıma rağmen benim onlarla birlikte oturup sohbet ettiğime hala inanamamış olmalılar ki, bana “sen vatandaşlık aldın mı?” diye soruyorlar. “Ben burada doğdum. Annem ve Babam da burada doğdu” diyorum. Soruyu soran kişi bana şaşkın şaşkın bakarken, bir diğeri atılıp “yok yok, bu bildiğin esas Kıbrıslı” diyor.  Aslında haklılar, seçim dönemi hariç bu insanlarla durup dururken evlerine misafirliğe gelmiş ve onlarla sohbet eden pek birine rastlamamışlar.

Derken dürümcüden verilen paket servisini motorlu getiriyor. Motordan inip bize katılıyor. “Eeee hoca efendi bu Pazar belediye seçimlerinde ne olur?” diye soruyor paket servisçisi. Siyasi bir tartışmaya girmemek için “Vallahi hayırlısı ne ise, o olsun” diyor hoca. Dürümcü bu cevapla tatmin olmuyor ve hemen elini hocaya doğru yönelterek bağırıyor “bu sokağı görmüyor musun? Bir ara sokak ama tertemiz. Bak bak bu sokağa bak. Tertemiz. Bu Harmancı sayesinde. Harmancı kazanacak” diyor.

Hayatın eşitsizliklerinin sillesini yeyen insanların yer yer bu tür sitemkâr çıkışlarda bulunmaları çok doğal. Dürümcüye gülümseyerek şu yorumu yapıyorum: “Asgari ücrete çalışan düz bir işçi olarak senin halinden en iyi kimin anladığını ve uzun vadede sana kimin daha çok yararlı olacağını en iyi sen bilirsin herhalde.” Dürümcünün yüzündeki sitem ateşi sönüyor ve yerini yumuşak bir tebessüme bırakıyor.

Dürümcü ile birlikte ben de ayağa kalkıp Osman Hoca ile vedalaşıyoruz.  Surlar içinin son otuz yıldır yerlisi olan arkadaşlarıma “vakit buldukça geleceğim. Sohbete devam edelim” deyip ayrılıyorum.

Aklıma birden Türkiye’den gelen insanlarla ilgili çocukluktan kalma ilk anılarım canlanmaya başlıyor. Zihnimde canlanan ilk anılarımın mekanı Surlar içinde bulunan Savaş Sokak. Yani rahtmetli Dedem ve Nenemin mahallesi. Dedemin oturduğu evin yanında 3-4 tane daha kiraya verdiği küçük evleri vardı. 1980’lerin sonunda Hatay’dan göçmen olarak gelen insanlar o evlerde kiracı olarak kalmaya başlıyorlar.

Dedem bir kış günü sokak kapısını açıyor. Bir de bakıyor ki karşı tarafta kalan kiracıları kazanı doldurmuş çocuklarını maşrappa ile avluda yıkıyor. Dedemi gören çocuklar çırılçıplak görülmekten utanıp ne yapacaklarını bilemiyorlar ve telaş içinde sağa sola kaçışmaya başlıyorlar. Raşit dedem eski öğretmenlerden. Kıbrıs’ın birçok köy okullarında 1940’lerden 1980’lere kadar ilkokul öğretmenliği yapmış. Nenemle birlikte gidip komşularına neden dışarıda çocuk yıkanmayacağını usturuplu biçimde anlatıyorlar. Nenem ardından gün aşırı komşularına uğrayıp çocuklarına hangi besinli ve vitaminli yeyeceklerden daha sık yedirmeleri konusunda yardımcı oluyor.  İlişkileri hep saygı çerçevesinde gelişiyor. O ailenin çocukları Bayramlarda dedemin elini öpmeye gelirlerdi. Dedem de onlardan bayramlıklarını eksik etmezdi. Birkaç yıl sonra Nenemi sabahın beşinde uykusunda kalp krizi tuttu. Yatağından çığlık atarak yardım istedi. Kıpırdayacak hali yoktu. Mahallede gün aşırı sohbet ettiği komşuları yardım çığlıklarını duymadı. O Hatay’dan gelen ve çocuklarını avluda çıplak yıkayan insanlar duyup yardımına koştu. Nenem son nefesini onların huzurunda verdi. Son nefesini verirken yanında bizler yoktuk. Bir tek kocası yani dedem ve o insanlar bulundu. Cenazeden sonra, Annem Kıbrıslıtürk kimliği ve Lefkoşlalı üst sınıf habitusundan kaynaklı dar bakış açısını ve önyargısını aşarak o aile ile gönül bağı kurdu. Nenemin tüm eşyalarını o aileye verdi. Helali hoş olsun. Ölümün (sonluluğun), insanı aştıran ve sıçratan özelliği aslında herkese her zaman lâzım.

 “Ben yerlere ve göklere sığmadım, kulumun kalbine sığdım" şiarını duyup bilsek de birçoğumuz Allah’ı göklerde ararız. Kendi hayatınıza daha yakından ve derinden bakarsanız bu tür hikayelere rastlayacağınızdan hiç şüphem yok. Ama derinden ve yakından bakmadan hayatınızın içinden buna benzer hikayeleri görebilmek maalesef mümkün değil. Ne de olsa O, insanın kalbinin içinin içinde, yani en derinlerinde konuşlanmıştır. Eğer derinden bakıp halen göremiyorsunuz çok büyük ihtimal hayatta yaşadığınız travmalar buna benzer hikayeleri görmenize engel oluyordur. Sadece zihinsel değil beden ve ruh farkındalığı olan bir psikoloğa travma çözülümleri hususunda danışabilirsiniz.

Hikâyeye yeniden dönecek olursak. Birçoklarımızın hor göreceği veya pek de gönül bağı kurma ihtiyacı duymayacağınız komşunuza bir gün gelir muhtaç olabilirsiniz. Hatta bir bakarsınız rahmetli nenemin hayat hikâyesinde olduğu gibi son nefesinizde yanınızda aileniz değil de komşunuz bulunur. O yüzden, tüm dinlerde bu konuya önem verilmiştir. İsa, Hz Musa’nın 10 Emiri’ne boşuna şu eklemeyi yapmamıştır: “Ve tüm yüreğinizle, tüm aklınızla ve tüm gücünüzle RAB'binizi seveceksiniz. Bu ilk emirdir ve ikincisi: Komşunu kendin gibi seveceksin. Bunlardan daha büyük bir emir yoktur." Bu husus Kuran’da da birçok farklı ayette vurgulanmıştır.

Tabii komşunuzu veya tanıdığınız insanları dil, din, ideoloji, köken, sosyal sınıf ve cinsiyet üzerinden yargılamadan değer verip sevebilmek hayat boyu uğraş gerektiren bir çaba. İnsan olarak ne de olsa kusurluyuz. İnanını inanmayını, dil, din, ırk veya cinsiyet ayırt etmeden ve yapmış olduğu tüm zararlı davranışlara rağmen insanı en derinden sevip değer verebilen bir varlık varsa o da sadece Yaradan’dır. O yüzden, eğer Allah’ın yeryüzünde bir Anayasa’sı olsaydı, o anayasa Uluslararası İnsan Hakları Manzumesi olurdu. Ancak niyet önemlidir! Kimimiz, birtakım kusurlarımıza rağmen bu yönde çaba harcamaya niyetimiz vardır. Kimimizin ise kendi dar benlik anlayışından kaynaklı bilindik konfor alanını, kibrini, kinini, hırsını veya çıkarını gözetmeye katı biçimde kararlıdır. Yazının başında vurguladığımız gibi işte bu yüzden yaşam boyu samimiyet çabası zaruridir ya!

Otoparktaki arabama doğru yürürken Lefkoşa’nın gün batımı beni karşılıyor. Sonsuzluğun güzelliğine ve hayat veren sırrına cezb içinde bakıp gülümsüyorum. Kıbrıslı Rumların kendi kendilerini algıladıkları kimlik kalıplarından sıyrılıp ve veya toplumsal travmalarını aşıp Türkiye’den gelen insanlarla, insani bir bağ kurmasının ne denli güç olabileceği gerçeği aklımdan geçiriyorum. Adanın kuzey kısmını düşündüğümde ise Kıbrıs Türk sağı genellikle bu insanları ya Türk ulusunu çoğaltıp besleyen statistiki bir “rakam” ya da seçim dönemi oylarını alacakları bir arpa deposu olarak görmüşler. Kıbrıs Türk solu ise genellikle bu insanları, “Kıbrıslılığın” yok oluş sürecinin istenmeyen kanıtları ya da “Kıbrıslılık kültürüne” dışardan dayatılan truva atları olarak görmüşlerdir. Yani aslında sağ kesimin çoğunluğunda olan ulusu çoğaltan “statistik rakamı” algısının üzerinden reaktif zıt bir algı geliştirmişlerdir. İsa’nın etik anlayışını aydınlanma çağının rasyonelliğine uyarlayan Kant’ın dediği gibi “insanı amaç değil de araç olarak görme” sorunsalını pek aşamamışızdır. Genellikle derken tümü veya hepsi değil ancak büyük bir kesimi böyle bakıp algılamış diye not düşmek gerek.  Tabii bu kesimlerinin çoğunluğunun istisnasız size samimi bir biçimde “evet maalesef biz böyle algılayıp böyle davrandık, pişmanız” demelerini beklemeyin.

Derken tüm bu düşünceleri bir kenara savurup, gökyüzündeki gün batımına tekrar dalıyorum. Üç bin yıllık tarihinde Lefkoşa’nın bu sokaklarından kimler gelmiş kimler geçmiş. Sonsuzluğun fotoğrafını çekerken mutlak bir gerçekle karşılıklı gülüşmeye başlıyoruz. Ne de olsa bir gün gelir, her insan (Kıbrıs’ta yaşayan veya yaşamayan) bu dünyada Tanrı’nın bir misafiri olduğunu bir şekilde idrak eder. Bu anlayışa erişmek ölüm yatağından ne kadar önce olursa, herkes için o kadar iyi ve iyileştirici olur.  

Arşiv Haberleri