“Süslü Keziban’ı Baf çarşısında Rum-Türk, tanımayan yoktu...”

Sevgül Uludağ

Ulus IRKAD

(Ulus Irkad ve Nuri Sılay, Baf’ın ilk kadın esnafı Süslü Keziban’la ilgili hatıralarını yazdılar... Okurlarımızla paylaşıyoruz... S.U.)

Yıllardan 1930… Aşağıda gördüğünüz kadın henüz daha 20’li yaşlarda iş hayatına atılmış. Resim Baf’ta çekilmiş. Ne işi mi yapıyordu? Kadın kuaförüydü… Güzellik uzmanıydı. Kadınlar için makyaj malzemeleri satardı… Zip, düğme, iğne ve bilimum her türlü mal, eşya onun dükkanındaydı. Baf çarşısında Rum-Türk onu tanımayan yoktu. 1920’li yılların sonları ve 1930’lu yıllardan itibaren her gün için sabahleyin erkenden kalkar, hazırlığını yapar, makyajını hazırlar ve sonra da resimde gördüğünüz gibi o güzel elbiselerinden birini giyerek Baf Bandabuliyası’nda işine giderdi.

TAM 50 YIL HİZMET VERDİ...

Tam 50 yıl o çarşıda herkesin ihtiyacını giderecek işlerini yaptı. Nice gelinleri evlilik törenlerine hazırladı. Onu Türk ve Rum bütün esnaf tanır ve severdi. Ben de onu 1960’lı yıllarda tanımıştım. Gerek İngiliz İdaresi’nde gerekse 1960 sonrasında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Devlet Planlama Örgütünün Yol işleri bölümü sorumlusu ebistat olan Kaleburnulu rahmetli dedem Hamza Erdoğan anlatırdı; “1928 yılında Baf’a geldiğimde önce onu tanıdım. Çok güzel bir kadındı. İşine sarılmış sadece işini ve aşını düşünen ama güzelliğine, makyajına dikkat eden güzeller güzeli, melekler kadar temiz kalpli olan bir kadındı”.

BENİ DAYAK YEMEKTEN KURTARDIYDI...

Adı Süslü Keziban’dı... Onu Baf Çarşısı veya Bandabuliya’sında tanımayan yoktu. Rum ve Türkler adını duydular mı önlerini ilikler, ona saygılarını gösterirlerdi. Rumcası çok iyiydi… 1974 sonrası, yani savaştan sonra Baf’ta kahvehanede biriyle tartışmış ve o müdahale ederek beni dayak yemekten kurtarmıştı.

“Ne isden be bu çocuktan? Bu çocuk be, bir çocukla bir mi oldun sen?” diyerek beni kayırmıştı. Baftaydık... Ona karşı saygım daha da artmıştı.

“ACABA BİR GÜN BAF’A GİDECEK MİYİZ?...”

1974 sonrasında hep birlikte, Mağusa’da Aşağı Maraş’a gelip yerleşmiştik. Bu defa da evinde Baf’ta sattığı malları satıyor ve hayatını kazanıyordu. Sonra birgün bir yerde dükkan da açmıştı. Ekmeğini hep taştan çıkarıyordu.

“Acaba bir gün Baf’a gidecek miyiz?” diye herkes gibi sorardı.

“Herhalde benim ömrüm yetmeyecek gidemeyeceğim” derdi.

2000’li yıllara doğru çok yaşlanmıştı. Ama makyajını hiç aksatmadı aynen 1920’lerde olduğu gibi. Aynı şekilde yani fotoğraftaki gibi kılığına kıyafetine bir genç kız gibi dikkat ederdi. Makyajını ise ölene kadar her gün yaptı, tazeledi. Yaşı 90’lı yaşlara gelmesine rağmen fotoğraftaki gibi güzelliğini, kılığını kıyafetini son anlarına kadar ihmal etmedi, hep korudu…

BAF’IN İLK KADIN ESNAFIYDI...

Çok yıpranmıştı ama belli etmezdi. Sonra birgün öldüğünü duyduk. Onu, 1920’li, 1930’lu ve 1960’lı yılları hatırlayan tüm Türk ve Rumlar hala daha sormaktadırlar. O Baf’ın ilk kadın esnafı Süslü Kezibanımızdı. Keziban ablamızdı. “Baf’a bir gün gideceğim” diye, son anına kadar inanarak yaşadı. 2003 yılında barikatlar açıldığında artık o yoktu ama her Baf’a gidişimizde onu anmamak olmaz. Hala daha onu hatırlayanlar onu sormaktadırlar.

O Baf’ın Süslü Kezibanı’ydı. Baf’la bütünleşmişti. O Baf’ın ilk kadın  esnafıydı. Ruhu bugün Baf Bandabuliya’sının üzerinde dolaşmaktadır. Her zamanki gibi tanıdık birini gördü mü aynen o güzel ve çekici 1920’li ve 1930’ların modası giysilerinin içinde bizlere gülümsemektedir. Baf Bandabuliya’sının üzerinde hasretle esen ruhu bir gün elbette tüm Kıbrıslılara barış çiçeklerini sunacaktır…


Nuri Sılay: “Süslü Keziban, benim en iyi dostumdu...”

Değerli arkadaşımız Nuri Sılay ise 2017 ve 2023 tarihlerinde paylaştığı iki fotoğrafla Süslü Keziban’ı hiç unutmadığını anlatıyor... Nuri Sılay şöyle yazmıştı Süslü Keziban’ın kucağında olduğu fotoğrafla ilgili olarak 2017’de:

“Bu fotoğrafın üzerinden neredeyse 34 yıl geçti. Sanırım henüz 1 yaşında bile değildim. Hayat acımasız. Birlikte tek fotoğrafımız. İnsan hayattan gidişlerin de olduğunu pek düşünmek istemediği için bazen geriye kaydedilmiş pek bir şey kalmıyor, hafızalarımız ve kalbimiz dışında. Süslü Keziban, Keziban Mehmet Şehselam, benim en iyi dostum, deyzem 15 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Seni çok özlüyorum....”

2023’te bir başka fotoğraf paylaşan Nuri Sılay arkadaşımız şöyle yazmıştı:

“Zaman her şeyin ilacıdır derler, halt etmişler.  Zaman hiçbir şeyin ilacı falan değildir.  Aksine her yaşananı derinleştirendir.  Evet, acının şiddeti hiçbir zaman ilk günlerdeki gibi olmaz fakat boyutu zamanla daha da derinleşir. Çünkü özlem denen, istesenizde kaçamayacağınız bir olgu vardır.  Hayatımızdaki bilge kişilikti.  7’den 77’ye herkesin saygı duyduğu, merhameti, vicdanı, yardımseverliği ve cesareti ile herkesin sevdiği biriydi.  O bizim Kezibimizdi.  Resmi kayıtlardaki adıyla Keziban Mehmet Şehselam. Nam-ı diğer Süslü Keziban.  Bizlere veda ettiğin gün olan son iki gündür hep seni düşündüm.  Bizim için yaptıklarını, üzerimizdeki emeği, karşılıksız sevgini, kol-kanat gerişini düşündüm.  Sen olmasaydın, nelerin olamayacağını, nelerin eksik kalacağını düşündüm.  Seninle Aşağı Baf’taki mutlu hayatında değil, Aşağı Maraş’taki mutsuz hayatında tanıştım.  Sürekli ah çekip “o goca Popazla, Denktaş durmadılar, oturmadılar, çaldılar bize hayatlarımızı ellerimizden” derdin gadara okuya okuya, onların mirasçıları hayatlarımızı çalmaya, bizleri ordan oraya savurmaya devam ediyor Kezibim.

16 Eylül 2002’ydi. Onca yıl geçti koca yürekli deyzem.  Hiçbir şey bıraktığın gibi değil de beş beter olsa da “Aynı Süslü Keziban…” deyişi söylenmeye hep devam edecek.  Işıklar hep seninle olsun. Devrin daim olsun.

Fotoğraf: Hiç unutulmayacak dayımız Kubilay Özçelik, Keziban Mehmet ve babam Atamer Nuri Sılay, 1956, Baf...”


***  BASINDAN GÜNCEL...

Sonsuz Sürgün Çorbası

Acaba bu çorbanın tadı neye benziyor olabilir? John'un yazdığı şiirin başına eklediği Edward Said alıntısında olduğu gibi; sürgün, düşünmesi tuhaf bir şekilde ilgi çekici ama yaşaması korkunç bir şeydir. Bu çorbanın tadı da öyle olmalı.

Görüntüde, sade bir masa düzeni dikkat çekiyor. Masa örtüsü açık renkli ve dokuma bir kumaş gibi görünüyor. Masa düzeni oldukça simetrik bir şekilde hazırlanmış. Merkezde, büyük bir beyaz tabak yer alıyor ve bu tabağın içinde taze, uzun ve ince yapraklı yeşil otlar (çim veya buğday çimi gibi) bulunuyor. Bu detay, alışılmışın dışında bir yemek sunumu havası yaratıyor. Tabakta sunulan otlar, doğal ve minimalist bir estetik vurguluyor. Tabağın üst kısmında, küçük bir kase yer alıyor ve içinde dikenli bir bitki ya da dekoratif bir nesne bulunuyor. Sağ üst köşede ise başka bir küçük tabak var; onun içinde ise daha ince yapraklı ve yoğun bir şekilde yeşil olan başka bir ot bulunuyor. Sol üst köşede ise yine bir bitki içeren benzer bir kase var. Çatal, bıçak ve kaşıklar masa düzenine uygun şekilde yerleştirilmiş. İki çatal sol tarafta, bıçak ve bir kaşık ise sağ tarafta yer alıyor. Üst kısımda ise bir tatlı kaşığı yer almış. Çatal-bıçak takımları, metalik bir parlaklığa sahip ve zarif bir

Görsel, yapay zekâ ile üretildi.

Güneşli bir öğlen vakti, bir kafede John ile sohbet ediyoruz. John P. Portelli, felsefe profesörü olarak eğitim verdiği Toronto Üniversite’sinden emekli olmuş bir yazar ve şair. Emeklilik onun için sadece resmi kağıtlarda geçebilecek bir kavram. Asla durmayan, muhteşem berraklıkta, mizah ve vicdanla örülmüş bir zihin. Birçok kurmaca ve şiir kitabı var. Türkçeye çevrilmiş “Buradaydı” isimli şiir kitabını hayatını şiire adamış babam için imzaladıktan sonra, çantasından Ahmet Miqdad ile beraber yazdığı “The Shadow” isimli şiir kitabını çıkarıyor. İki şair, bu kitabı Filistin’deki çocuklar için yazmışlar ve kitabın tüm gelirlerini Filistin halkına gönderiyorlar.

John, bana neden henüz Filistin halkı ile ilgili belgesel yapmaya başlamadığımı soruyor ve ne duruyorsun!  diye yüreklendirmeye çabalıyor. Oraya gidemem ki diyorum. Gidemiyorsan, oradaki insanlara bir şekilde telefon yoluyla da olsa ulaş ve neler yaşadıklarını dinle ve kaydet diyor. Sonra telefonunu çıkarıp yeni yazdığı “Never-ending exile” (Hiç Bitmeyen Sürgün) isimli şiirini bana gösteriyor ve sesli bir şekilde ona okumamı istiyor.

Bitmeyen Sürgün

Sürgün, düşünmesi tuhaf bir şekilde ilgi çekici ama yaşaması korkunç bir şeydir.

(Edward Said)

Sonunda Han Yunus’a ulaştık

Deir al Balah katlanılamaz hale gelmişti                       

Belki burada insansız hava araçları bize ulaşmaz

diye mesaj attın bana

Kaç kere sürgün yaşamak gerekir

bu acıdan kurtulmak için?

Derme çatma çadırda eşin, buruşmuş bir patatesin kabuğunu soyarken

sen telaşla bir çuval un arıyorsun

küçük oğlun denize bakıyor

ablası onun harikalarını anlatıyor

Bu aynı deniz mi?

Ve annen dikkatlice ayağını denize daldırıyor,

bir gün Kudüs’ü görebilmeyi hayal ederek.

Bir miktar un

John birkaç gün önce, Filistin’de hayatta kalmaya çalışan arkadaşına mesajla da olsa nihayet ulaştıktan sonra yazmış bu şiiri. Akademi dünyasından bu Filistinli arkadaş; eşi, annesi, oğlu ve kızı ile Gazze’den Deir el Balah’a geçmeyi ölmeden başarabilmiş. Ancak şiirde de olduğu gibi sürgün asla bitmiyor.

Deir el Balah’tan da Han Yunus’a geçmişler. Bu geçiş süreçlerinde tüm ailenin eksiksiz bir şekilde hayatta kalabilmesi bile mucizenin ta kendisi. Arkadaşı, şimdi yaşadıkları derme çatma çadırdaki yemek düzeninden bahsetmiş. Malum, yemek yoksa yaşam yok. Konuştukları gün arkadaşı ve ailesinin şanslı günüymüş çünkü yemek için patates bulmuşlar. Bir miktar un bulabilirlerse, bu büyük bir şans. Çoğu zaman etraftan topladıkları çimenleri kaynatıp, varsa bir parça baharatla bundan çorba yaptıklarını anlatmış. Bundan daha kötü günler de oluyormuş. Hiçlik. 21. yüzyılda, ölmemek için etraftan toplanan çimenleri kaynatıp çorba yaparak açlıktan kurtulmaya çalışan binlerce soykırım mağduru.

Modern dünyada sürgünün birçok biçimi var. Dikta rejimleri altında düşündükleri ve konuştukları yüzünden hedef haline gelen sanatçıların ve düşünürlerin Avrupa ya da Amerika’ya kaçmak zorunda kalmaları, burada sıfırdan, yalnızlık içinde bir yaşam sürdürmeye çalışmaları en tanıdık olduğumuz biçimlerden biri. Fiziki bir savaşın içindeki sürgün, tartışmasız en kahredici ve ölümcül olanı.

Sürgünün tadı

Ağırlıklı olarak mutfak kültürü ve mutfağın felsefesinden beslenen bir yazar olarak, bu şiiri okuduktan sonra çimen, varsa bir parça baharat ve sudan oluşan bu çorbayı düşünüp durdum. Acaba bu çorbanın tadı neye benziyor olabilir? John'un yazdığı şiirin başına eklediği Edward Said alıntısında olduğu gibi; sürgün, düşünmesi tuhaf bir şekilde ilgi çekici ama yaşaması korkunç bir şeydir. Bu çorbanın tadı da öyle olmalı. İlgi çekici olduğu kadar aynı zamanda korkunç. Mutfağa girip beyhude bir deneme yapmaya hiç lüzum yok. Damağımda o ekşi ve yavan tadı hissedebiliyorum.

Kelimelerin damağımda ve zihnimde uyandırdığı tatlara çokça kafa yoran bir yazar olarak şunu düşündüm; sürgünün bir tadı olsa, bu çorbaya mı benzerdi acaba? Bunun bir adı olmalı dedim sonra kendi kendime; “Sonsuz Sürgün Çorbası”. Hayatım boyunca tatmak zorunda kalmayacağımı umut ettiğim bu çorbanın varlığı, benim için artık “sürgün” kelimesinin zihnimdeki ve damağımdaki karşılığı.

Soykırımı ve zulmü bugün hâlâ yaşamaya devam eden tüm halklar gibi Filistin halkının da geleceği belirsiz. Yaşadığımız çağın etik ve vicdani değerler yoksunluğundan yola çıkarsak, geleceği öngörmek için artık kâhin olmaya gerek yok.

Filistin halkının kaderi ne olur bilinmez ama 5-10 sene sonra çimen ve sudan meydana gelen bu çorbayı dünyanın bol yıldızlı restoranlarından birinde, gümüş kaşıklar eşliğinde, hatırı sayılır rakamlarla sunulduğunu görürseniz şaşırmayın. Büyük acıları yaratanlar kadar, o acılara merhem olmak bir yana dursun, bunu fütursuzca pazarlayıp zenginleşenlerin de bir kenara yazıldığı günleri umutla bekliyorum. O gün gelene kadar, hiç tatmadığım “Sonsuz Sürgün Çorbası”nın yavan ve paslı tadı, insanoğlunun açgözlülüğünün unutulmaz bir hatırlatıcısı olarak zihnimde kalacak.

(BİANET.ORG – Kıvılcım AKAY – 14.12.2024)