Tufan Erhürman
İnsan doğar doğmaz konuşmaya başlamaz. Konuşmayı öğrenmek için zaman gerekir. Ama emin olun susmayı öğrenmek, konuşmayı öğrenmekten çok daha zordur.
Konuşmayı sıradan insan da öğrenir. Oysa susmayı öğrenmek, bilmek, hele de susulması gereken anı doğru tayin etmek sıradan insanın işi değildir. Susmaların ustası olabilmek insan-ı kamil olmayı gerekir.
Susmayı bilmemek dinlemeyi de bilmemektir çoğu zaman. Karşında konuşanı dinlemeyi bilmemek kötüdür. Hem ona saygısızlıktır, hem de senin ondan öğreneceklerinden mahrum bırakır. Ama sanırım daha kötüsü, kendi kendini dinlemeyi bilmemek, konuşmadan önce aklının ve yüreğinin sesini işitmek için kendine zaman tanımamaktır. Başkalarından öğreneceklerinden mahrum kalmak, kendi aklının ve yüreğinin birikiminden mahrum kalmaktan daha tehlikeli olamaz. Birincisinde fazladan sahip olabileceğin bilgiden mahrum kalırsın yalnızca; oysa ikincisinde aklından ve duygularından.
Elbette konuşulması gereken yerde korktuğun ya da kendini korumak istediğin için susmak övülecek bir şey değildir. Ama bu bilgiye sahip olan cesur insanın işi zordur. Çünkü ona sahip olmak çoğu zaman cesaret adına yerli yersiz konuşmaya, söylenmemesi gerekeni söylemeye, bir zaman sonra söylediklerine esir düşmeye yol açar.
“Ağzından çıkanı kulağı duymamak” deyiminde bir zamanlama hatası vardır. Söz ağızdan çıktıktan sonra kulak onu duysa da, beyin ve yürek artık tuhaf fonksiyonlar görmeye ve sözü meşrulaştıracak mekanizmaları devreye sokmaya başlar. Birçok insanın özür dilemekte bu kadar zorlanmasının sebebi bu olsa gerekir. O yüzden galiba esas marifet ağızdan çıkanı kulağın duyması değil, ağızdan çıkacak sözü önce beynin ve yüreğin süzgeçlerinden geçirip dudakların arasından dış dünyaya öyle bırakmaktır.
Velhasıl, konuşulması gereken yerde konuşmamak ne kadar yanlışsa, susulması gereken yerde susmamak da en az o kadar yanlıştır. Hayatın büyük depremlerle sarsıldığı, taş üstünde taş kalmayacağından endişelenildiği dönemlerde yanlış yapma ihtimali artar. Özellikle de cesur insanlar bu dönemlerde çoğu zaman birinciyi değil, ikinci yanlışı yaparlar. “Artık konuşma zamanıdır” derler ve kendilerini kendi sözlerinin şehvetine kaptırırlar.
Günümüzün iletişim imkanları bu konudaki tehlikeyi maalesef artırmıştır. Telefon mesajları ve sosyal medyada gönderilen iletiler, telefon görüşmelerinden, mektuplardan ve yüz yüze konuşmalardan çok daha risklidir. Yüz yüze konuşmada karşınızda bir insan, telefon görüşmesinde karşınızda en azından bir ses vardır. Akıl ve yürek bunlara karşı daha uyanıktır. Mektupta ise, he durumda onu postaya verene kadar geçecek bir zaman vardır. Bunlar hata yapma ihtimalini azaltabiliyor. Oysa telefon mesajlarında ve sosyal medya iletilerinde insanın aklının ve yüreğinin devre dışı kalmasına yol açacak her türlü imkan hazırdır. Orada “gönder” tuşuna uzanan parmak, hemen her zaman akıldan da, yürekten de daha hızlıdır. Susmayı öğrenmiş olanlar dahi, oralarda bu bilgiyi kullanma becerisini gösteremeyebilirler.
Konuşmanın ustalarına antik Yunan’dan beri her medeniyette büyük saygı duyulmuştur. Buna karşın susmanın ustalarının kadrinin kıymetinin aynı derecede bilindiğini söylemek kolay değildir. Oysa galiba konuşmanın hakiki manada ustası olabilmek için susmanın da ustası olmak farzdır. Aksi halde, susmak gereken yerde susmamak, konuşmanın en büyük ustalarının duyulması gereken sözlerinin de laf kalabalığı içinde kaybolup gitmesine kaçınılmaz olarak yol açacaktır.
Not: Bu yazı 20 Ekim 2013’te yine Adres’te yayınlanmıştı.