Ahmet S. Sayın
ahmetsaidsayin@yahoo.com
Malum, ülkemiz Kıbrıs susuz ve çok kurak bir adadır. Ancak kuraklık ile sadece coğrafi veya jeolojik kuraklıktan bahsetmiyorum. Sizce de kültürel ve yaşamsal alanda bu kuruluğu iliklerimize kadar hissetmiyor muyuz?
Örnek vermek gerekirse, eğer hayatımızı örümcek ağı gibi saran internet olmasaydı hiç de yabancısı olmadığımız Türk Sinemasının yapı taşlarından biri olan 1963 yapımı bu filmi nereden bulup izleyebilirdik? Düzensiz olarak yapılan bir sinema festivalinde, belki de tesadüfen bir televizyon kanalında kuşa çevrilmiş hali ile.
Her neyse, biz ülkemizin kültürel kuraklığını bir tarafa bırakıp coğrafik ve filmografik anlamı ile “Susuz Yaz” isimli filmi tanıtmaya geçelim. Bu film kanımca Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en başarılı “kötü adamı” Erol Taş’ın, film çekildiği sırada 15 yaşında olup oynadığı karakterle adeta bütünleşen ve zerafeti ile göz dolduran Hülya Koçyiğit’in ve filmin aynı zamanda yapımcısı olan Ulvi Doğan’ın başrolleri paylaştığı ve geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden Metin Erksan’ın yönettiği, dram ve suç konulu siyah- beyaz bir yapımdır.
Filmin senaryosunun kaynaklandığı eser, Avukat Necati Cumalı’nın İzmir’in taşrasında mesleğini icra etiği yıllarda karşılaştığı ve gözlemlediği bazı olaylar üstüne kurulmuştur. Filmde kullanılan dil ise Ege bölgesinde kullanılan aksanlı bir Türkçedir.
Filmin tuhaf hikayesine geçmeden önce ana hatları ile konusunu işlemek istiyorum. Sonra filmin talihsiz ve bedbaht hikâyesini de anlatırız.
Film, Anadolu’da, İzmir’in taşra/kaza bölgelerinde tütün tarlalarının olduğu bir köyde geçmektedir. Hikâyenin esas karakteri, Erol Taş’ın canlandırdığı haris, hatır - gönül tanımaz ve eşini yeni kaybetmiş olan Osman Ağa’dır. Osman çiftçi ve tütün yetiştiricisidir. Kardeşi Hasan ise yeni evlenmiş ve ağabeyi Osman’ın tersine ailesi ile komşularına karşı daha merhametli davranan, paylaşmayı seven fakat içe kapalı bir yapıya sahip, toplumsal dogmalara boyun eğmiş bir kişidir. Zalim karakterli Osman ağabeyine yaşı gereği saygı göstermekte, patavatsız tavırlarına ses etmemektedir.
Osman, kardeşi Hasan ile birlikte sahip oldukları babalarından miras kalan tarladan çıkan bir pınarın önüne set kurarak tüm suyu bir havuzda toplamak ve kendi tarlalarında kullanmak arzusundadır. Bu konuyu kardeşi Hasan’a açtığında kardeşinin haklı tepkisi ile karşılaşır. Hasan’a göre “su toprağın kanıdır” ve bunun önünü kesmek köylüler ile ailesi arasında husumete yol açıp belki de kan dökülmesine sebebiyet verecektir.Hasan’ın yeni evlendiği eşi Bahar, eve gelin gelmiştir ancak Osman’ın direktifleri doğrultusunda adeta zorla tarlada çalıştırılmaktadır. Hasan, Bahar’ı ağabeyi Osman’ın teşviki ve dolduruşu ile kaçırmış ancak kızın hayattaki tek akrabası olan annesi ilk başta sert tepki göstermişse de Hasan’ın iyi niyetinden emin olunca yatışmıştır.
Osman psikopat denilebilecek bir ruh yapısına da sahiptir. Ailesinin başına geçmiş olmasıyla gururlanan, yasa – kanun ve hak tanımayan, kendisini ailenin reisi ilan edip, sözünün dışına çıkılmasını hiç haz etmeyen, köylülerinin suyunu kesmekten hiç çekinmeyen ve ürünlerinin susuzluktan kavrulmasını hiç de önemsemeyen bir karakterdedir. İsteklerinin yerine gelmesi için zorbalığa başvuran Osman Ağa, hukuku ve hak kavramını hiçe saydığı halde mahkemeye de başvurmaktan geri kalmamıştır.
Aleyhine alınan bir ara emirli davanın iptali (Türkiye hukukuna göre tedbir) için avukat tutmuş ve bunda da başarılı olmuştur. “Dava vekiline (avukat) avuç dolusu paralar verdim, sırf kendi suyumuzu elimizden almasınlar diye ” repliği ise filmden ilginç bir ayrıntıdır.
Elbette bu zorba tutumu hem onun sonunu hazırlamakta hem de ailesini bir felakete doğru sürüklemektedir. Bu kadar kötü özelliğin bünyesinde birleştiği bu adam, eşini de kaybetmiş olmasının etkisiyle, yengesi Bahar’a karşı aşk, erotizm ve cinselliğin iç içe geçtiği farklı duygular beslemeye başlamakta gecikmeyecektir.
Hasan ise önceleri ağabeyinin etkisinde kalıp onun köylülerine karşı başlattığı zorbaca mücadeleye destek verecek ve taraflar arası husumetin karşılıklı olarak silaha sarılma derecesine gelmesiyle aslında Osman’ın kasten işlediği cinayeti üstlenecek ve yargılanmasının ardından ağır hapis cezasına mahkum olacaktır. Bu onun için dönüm noktasıdır. Çünkü hapishanede ağabeyi tarafından“unutulmuş” ve ağabeyi eşi Bahar’a zorla sahip olmuştur.
Filmin Ana Mesajı:İnsanınBitmeyenMülkiyet Hırsı
Feodal etkiler taşıyan bir bölgede geçen bu öykü çok basit ancak iyi işlenmiş. Egoist Osman, bölgeye egemen bir derebeyini simgelemekte, kardeşi Hasan ve eşi Bahar ise derebeyine boyun eğen halk gibi bir görünüm sergilemektedir.Köylülerin suyu parayla alma teklifini geri de çevirmeyen Osman’ın böylece köylüler üstünde zorba bir iktidar kurduğu ortaya çıkmaktadır çünkü köylüleri önceleri zorbalığa karşı zor kullanmayı, hatta silaha sarılmayı denemişler ancak zorbanın yılmaması, hatta köylüleri Sarı Veli’yi mavzer tüfeği ile öldürüp, bunu da kendi öz kardeşinin üstüne yıkacak derecedeki insafsız olması onları tiran karakterli Osman Ağa ile mecburi bir uzlaşmaya itmiştir.
Ancak Osman’ın sonu son derece hazindir. Hasan genel aftan yararlanıp hapishaneden çıkınca köyüne döner ve ilk iş olarak hem canından çok sevdiği Bahar’ı elinden alan hem de onu hapishanede ölüme terk eden, artık düşmanı bildiği öz ağabeyi Osman’ı, suyu tuttukları havuzun içinde elleriyle boğarak öldürür ve ağanın cesedi, Hasanın bendi yıkmasıyla oluşan girdaba kapılarak tarlaya karışır.
Jan Jack Rousseau’nun Dediği
Filmin işlediği mülkiyet sorunu, akla Jan Jack Rousseau’yu getirmektedir. Yazar,“İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” isimli eserinde “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Bu, bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu.”demiştir. Elbette ki bu mülkiyete ve insanlar üzerinde egemenlik kurmaya eleştirel bir bakış açısıdır.
Rousseau’ya göre, uygar toplumun belirgin özelliği, mülkiyetin ortaya çıkışı ve tam bir güvence altına alınmasıdır. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin temel kaynağı, özel mülkiyetin klasik liberalizm tarafından dile getirilen kutsallığıdır. Eşitsizlik, doğal değildir; insanlar arasında doğadan gelen bir eşitsizlikten söz edilemez. Rousseau özel mülkiyetin doğal bir şey olmadığını, böylece eşitsizliğin de doğal bir tarafı olmadığını kanıtlamak peşindir. Ancak filmin anti kahramanı Osman,”toprağın kanı” olan su kaynağı pınarı kendi özel mülkiyetinde görmekte ve köylüleri üstünde egemenlik kurduğu tek su kaynağına hükmederek boyunduruğu altında tutmaya çalışmaktaydı.
Filmin Kendi Hikayesi ve Başına Gelenler
Film 1964 yılında, Berlin’de Altın Ayı Ödülünü kazanmıştır. Ama nasıl? Filmin çekimleri yaklaşık 9 ay sürmüş ve daha montaj aşamasında “sansüre” uğramıştır. Yani filmin Türkiye’de gösterimi film piyasaya çıkmadan yasaklanmıştı. Neden sansürlenmişti, gerekçe neydi? Türkiye çiftçisinin halini kötü göstermek. Sansürün hiçbir zaman mantığı ve tutar tarafı yoktur zaten, ama dönemin darbe sonrası zihniyetine gel de bunu anlat.
Yönetmen Metin Erksan’ın bu karara uymasını içine sindiremeyen yapımcı Ulvi Doğan, elbette ki ticari kaygılarla, filmin bir makarasını kendi özel arabasının bagajında Almanya’ya kaçırmış ve bu filmi, bağlantıları sayesinde, yarışmaya da sokmuştur. İşte filmin Altın Ayı ödülünü alması bu şekilde gelişmiştir. Bunun ardından filmin itibarı iade edilmiş ve sansür kaldırılmıştır.
Bu filmin başına gelen en kötü şey ise, bir iddiaya göre yapımcı Ulvi Doğan’ın diğer bir söylentiye göre de dönemin korsan yayıncılarının, filmin daha fazla satmasını sağlamak adına yeltendiği, filme Hülya Koçyiğit’e benzeyen bir Alman porno yıldızının görüntülerini ekleyerek filmi “Kardeşimin Karısını Elde Ettim” ismiyle piyasaya sürülmesi olayıdır.
2007 yılında film dijital bir restorasyona tabi tutulmuş ve internet üzerinden erişime açılmıştır. Bizde hem coğrafi hem de kültürel açıdan kurak adamız Kıbrıs’ta filme bu yolla erişebildik. Sizlerin de bu filmi edinip izlemesini dilerim, daha fazla lafazanlık yapmadan bana müsaade, size de iyi okumalar ve keyifli seyirler...