İrfan Çelik
Su Platformu sözcüsü
irfanvcelik@gmail.com
Liberal (neoliberal) felsefe, suyun bir hak değil; bir ihtiyaç olarak görülmesi gerektiğini savunuyor. Liberal düşüncede olan arkadaşlarımızın en önemli argumanları, suyun piyasa ilkeleri doğrultusunda fiyatlandırılması ile birlikte, tüketiminin azalacağı; su israfının azalacağı veya sonlandırılacağı.
Piyasa ekonomisi kriterleri çerçevesinde tam maliyetlendirme yöntemi sayesinde daha kaliteli su hizmetlerinin vatandaşlara ulaştırılabileceği; kamusal hizmetlerde yaşanan verimsizliğin özel sektör işletmeciliğinde yaşanmayacağı; sonuç olarak, şebeke kayıp oranı asgari seviyeye indirilmiş olan daha etkin bir dağıtım ve verimli işletme anlayışı ile daha az su kullanımı sonucu su ekolojisinin daha iyi korunabileceği iddia ediliyor.
Ancak, su yönetiminin ve/veya işletmesinin kamudan özele devredildiği yaşam merkezlerinde liberal felsefenin yukarıda özetlenmiş olan “daha etkin dağıtım ve daha verimli işletme” felsefesi gerçekte hayata geçirilebilmiş ve sonuç olarak su ekolojisi daha iyi korunabilmiş midir?
Cevap, kesin bir HAYIRdır.
Serbest piyasa ekonomisinin kâr odaklı fiyatlandırma mekanizmasına teslim edilmiş olan su yönetimi ve/veya su dağıtımı uygulamalarında, su ekonomik getirisi olan bir ürün olarak kabul ediliyor ve kazandırdıkça, daha fazla tüketilmesi kapitalist düzenin doğal davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Hâlbuki su ve toprak gibi yaşamsal kaynakların gelecek kuşaklar adına korunabilmesi ve yaşamın sürdürülebilir kılınması daha fazla tüketme ile değil, daha fazla korumayla, su tasarrufu sağlayan muslukların temin edilmesi ve su tasarrufu sağlayan klozet rezervuarları ile birlikte kullanımlarının yasal zorunluluk haline getirilmesi suretiyle daha fazla tasarrufla; bu kaynakların kendilerini yenileyebilme kapasitelerini artıracak uygulamaların hayata geçirilmesiyle; teknolojinin bizlere sunduğu yeni imkanlarla, AIR-TO-WATER gibi yenilenebilir yeni su kaynaklarına ulaşmamızı sağlayacak yatırımların öncelikle gerçekleştirilmesiyle; yeteri kadar yararlanamadığımız ve verimli bir şekilde kullanamadığımız yağmur suyu gibi su kaynaklarının çağdaş metodlarla zaptedilerek en az kayıpla depolanması ve tarım sektörüne kanalize edilmesiyle; ve ‘verimlilik’ bilincinin yükseltilmesi ile mümkün olabilir.
Su en temel insan hakkıdır; yaşamın temel ihtiyaçlarından biri olduğu için de herkes için ulaşılabilir ve tüketilebilir olmalıdır. Ancak, liberal felsefe suyun herkes için ulaşılabilir ve tüketilebilir olabilmesi için suyun gelir merdiveninin en alt basamağındakilere ücretsiz; bir üst basamaktakilere ise düşük fiyatla sağlanması gerektiğini; bunun da su israfının birincil nedeni olduğunu iddia ediyor. Bu yaklaşım, su tasarrufu sağlayabilmek için suyun fiyatının artırılması gerektiğine inanıyor.
Peki, durum gerçekten böyle mi?
Kentsel su tüketimi üzerine yapılan araştırmalar durumun böyle olmadığını; böyle bir anlayışın, daha doğrusu anlayışsızlığın, su tasarrufu gibi bir insanlık sorumluluğunu sadece dar gelirli kesimlerin üzerine yüklediğini; ekonomik durumu iyi olanların su tüketimine önemli bir etkide bulunmadığını göstermektedir. Suyun fiyatını yükselterek tasarruf sağlama yöntemi suyu en çok kullanan orta ve yüksek gelirli kesimler üzerinde önemli bir etkide bulunmamaktadır. Suyu, suyun fiyatının yüksekliği ve gelirlerinin düşüklüğü nedeniyle zaten yeterince kullanamayan dar gelirli kesim ise artan fiyatlardan olumsuz etkilenmekte, bütçesinden gittikçe büyüyen bir payı suya ayırmak zorunda kalmakta ve dolaysıyla fakirleşmektedir.
Liberal felsefenin fiyat artırarak tasarruf sağlama yöntemi su kaynaklarının daha az tüketilmesine değil, ‘özel’ şirketin artan su fiyatları ile zenginleşmesine ve ekolojik sorumluluk paylaşımında ve suya erişimde artan bir adaletsizliğe neden olmaktadır.
Gereğinden fazla sorumsuzca su tüketmek bir insan hakkı değildir, doğrudur; ancak, özelleştirilmiş su idaresinin su tasarrufunda daha etkili olacağı inancıyla, özel su dağıtım firmalarının devlet garantili su kazançları azalmasın ve verilmiş olan devlet alım garantileri nedeniyle kamu maliyesi üzerine ek mali yük binmesin diye garanti edilmiş su miktarlarının tüketimini teşvik eden ve dolaysıyla özel su dağıtım firmalarının bilançolarını şişiren; başka bir ifade ile “kamudan özele gelir transferi” sağlayan su özelleştirmesine taraf olmak; sorumsuzca su tüketimine göz yummak suretiyle insanlığa yapılabilecek en büyük kötülüklerdendir.
Sorun, sorumsuzca su tüketimi sonucu su ekolojisine verilen zarar ile de bitmiyor; su yönetim ve dağıtım imtiyazı verilen özel şirket gereken alt yapı yatırımlarını kısıp gelir sarhoşu olurken, halk yüksek ve sürekli yükselen su fiyatları ile soyuluyor.
PARİS ÖRNEĞİ
Su yönetimi ve işletmesinde yapılan özelleştirme sonucu, Paris’te 1980-2009 yılları arasında suyun fiyatı her yıl artmış ve 30 yıllık dönem içinde genel fiyat yükselmesi %280 olmuşken; suyun birikmiş fiyat yükselmesi %480 olmuştur. 1 Ocak 2010 tarihinde tekrar kamu yönetimine geçen Paris su idaresi ile birlikte 30 yıldan sonra Parisliler ilk defa düşük fiyatla su tüketmeye başlamışlardır.
İTALYA ÖRNEĞİ
Su yönetimi ve işletmesinde yapılan özelleştirme sonucu, 1994 yılında tüm İtalya’da özel firmaların kontroluna geçen su sektörü, özel firmaların yapmaktan imtina ettiği gerekli alt yapı yatırımları sonucu; İtalya’yı tüm Avrupa’da su kaçağının en yüksek oranda (%30) yaşandığı ülke haline getirmiştir. Su kaçağının tüketicilere daha yüksek fiyat olarak yansıması sonucu, İtalya su yönetim ve işletmesini 2008 yılında yürürlüğe soktuğu yasa ile ülke bazında tekrar kamu yönetimine devretmiştir.
SUYUN ÖZELLEŞTİRİLMESİ SONUCU OLUŞAN GENEL DURUM
Su yönetim ve işletmesinin özelleştirildiği birçok ülkede kamu, özel şirketin kâr doyumsuzluğu nedeniyle göreceli olarak daha yüksek su fiyatı ödemek zorunda kalmış ve su gibi yaşamsal nitelik taşıyan stratejik bir sektörde dahi özelleştirme, kamunun tüm düzenleme, denetleme ve gözetimine rağmen, “kamudan özele gelir transferi” niteliğini kaybetmemiştir.
Suyun yönetim ve dağıtımını devralan özel firmalar, kâr sınırlaması olan düzenlemelerde bile ya taahhüt ettikleri yatırım miktarlarını kısarak; veya elde ettikleri ‘alım garantisi’ ile su tüketimini teşvik ederek haksız şekilde zenginleşmeyi başarmışlardır.
2000-2015 yılları arasında, 37 ülkede faaliyet gösteren özelleştirilmiş 235 su idaresi, kamu menfaatlerinin korunamaması nedeniyle tekrar kamu yönetimine devredilmiştir. Kamulaştırmaların 184’ü gelişmiş ülkelerde, 51’i ise gelişmekte olan ülkelerde gerçekleştirilmiştir.
Kısaca, denemiş ve kamu menfaatlarını korumadığı için başarısız olduğu küresel boyutta kanıtlanmış olan su yönetim ve işletmelerinin özelleştirilmesi modelini KKTC Hükümeti önümüze dünyada uygulanan başarılı bir işletme modeli olarak sunamaz.
SU YÖNETİMİNİN KAMUSAL BOYUTU
Su yönetiminde genel amaç, su kaynaklarının planlı bir şekilde geliştirilmesi, etkin bir şekilde dağıtılması ve verimli bir şekilde kullanılmasıdır.
Tarım ve Hayvancılık Sektörüne indirgediğimiz zaman, su yönetiminde esas amaç, çiftçilerin gelirinin yükseltilmesi, dolayısıyla su kaynaklarının toprak yönetimi projesi kapsamında hem ülke ekonomisine, hem de çiftçinin ekonomisine en yüksek faydayı sağlayacak şekilde etkin dağıtımının ve verimli kullanımının gerçekleştirilmesidir.
Sonuç olarak, toprak ve su kullanımında ‘verimlilik’ bilincinin yükseltilmesi ve ekonomide daha fazla üretimi ve daha fazla geliri göreceli olarak daha az su kullanımı ile gerçekleştirmek ancak kamu bünyesindeki Su Yönetimi İdaresi ile gerçekleştirilebilir.
Suyun yönetiminin ve suyun işletmesinin özel firmaya devredildiği bir ülkede veya şehirde, Paris örneğinde de olduğu gibi, kâr ve gelir maksimizasyonu ilkesiyle faaliyet gösterme zorunda olan özel bir firmanın; su ‘verimlilik’ bilincinin yükseltilmesini ve göreceli olarak daha az su kullanılmasını hedeflemesi, başka bir ifade ile daha az gelire razı olması içinde yaşadığımız kapitalist sistemin doğasına aykırıdır; mümkün değildir.
SU KAYNAKLARIMIZIN KORUNMASI
Kamu bünyesindeki Su Yönetimi İdaresi’nin gerçekleştirmesi gereken diğer önemli hedefi yerel su kaynaklarımızın korunması ve geliştirilmesi olmalıdır.
Sınırlı su kaynaklarımızın bulunduğu yörelerde mevcut kaynaklardaki suyun kirlenmesini önlemenin en kolay yolu, söz konusu yörelerin “su koruma alanları” olarak belirlenmesi ve koruma altındaki yörelerde yalnız ‘organik’ tarım ve hayvancılık uygulamalarına izin verilmesi; çiftçilerin organik tarıma yönel(til)mesi için finansal ve hibe desteğinin yanında, çiftçilerin organik ürünlerinin pazarlanması konularında da onlara yardımcı olmaktır.
Organize Hayvancılık Bölgeleri uygulaması tüm hayvan popülasyonunun hastalıklardan kırılmasına neden olmakla kalmamış, Devletin söz konusu bölgelerde oluşturmadığı “Dışkı Yönetimi” ile ilgili yasal düzenlemeler nedeniyle; tüm barınaklardan çıkan ve doğru yönetilemeyen yoğun dışkı yer altı su kaynaklarımız için en büyük kirlilik tehdidi haline gelmiştir.
Organize Hayvancılık Bölgeleri uygulaması KKTC ve TC Hükümetleri tarafından teşvik edilirken düşünülmemiş (!) olan “Dışkı Yönetimi” ve bu sorunun yeraltı su kaynaklarımızın kalitesi üzerinde yaptığı tahribat; suyun yönetiminin ve suyun işletmesinin, doğal olarak kâr odaklı çalışacak, ‘özel’ bir firmaya devredilmesiyle, ‘özel’ firmanın kamu aşkı sayesinde çözülecek!
Alım Garantili Su Temin Antlaşması ile özelleştirilecek su yönetiminin ve su işletmesinin ülkemizin su kaynaklarını geliştireceğini, verimli şekilde kullanılmasını sağlayacağını ve bugünkünden daha düşük su fiyatıyla halkımızın ve üreticilerimizin refahını artıracağını iddia eden siyasilerimizin akıl kapasitesini ve akıl kalitesini doğru tanımlayacak bir ‘sıfat’ bulmakta zorlanıyoruz.
Ekonomik akıl, su yönetiminin toprak yönetiminden bağımsız olarak düşünülemeyeceğini; toprak ve su yönetiminin sürdürülebilir ekonomik kalkınmada ve kırsal yaşamda hayati önem taşıdığını ve ‘özel’ bir firmanın sorumluluğuna ve yönetimine bırakılamayacak kadar yaşamsal olduğunu gösteriyor.
Tarımsal Su Politikasında temel amaç, Ülkesel Kalkınma Planının gereklerinin, sektörel ve alt-sektörler bazında gerçekleştirilmesinin sağlanmasıdır.
Hazırlanması gereken Stratejik Kırsal Kalkınma Planı kapsamında, ülkesel toprak analiz sonuçları baz alınarak sınıflandırılmış Kuzey Kıbrıs toprak stoğu üzerinde milli gelire maksimum katkıyı sağlayacak, çeşit ve miktar bağlamında optimum ürün sepetinin üretim planının yapılması (TOPRAK YÖNETİMİ) ve bu plan kapsamında tarımsal suyun belirlenen yerlere özel olarak belirlenmiş tarife kriterleri kapsamında ulaştırılması (SU YÖNETİMİ) toprak ve su yönetiminin ‘kamusal’ bir nitelik taşıdığının en açık ifadesidir. KKTC Hükümeti kamusal nitelikteki bu sorumluluklarını gerçekten ‘özel’ bir firmaya devredebileceğine inanıyorsa; bu görüş, devlete ve hükümete de gerek olmadığının ve KKTC Meclisinin abestle iştigal ettiğinin en açık ifadesidir.
Alım Garantili Su Temin Antlaşması, hukuksal, ekonomik, sosyal ve politik boyutu ile asla kabul edilemeyeceği gibi; müzakere edilebilecek bir evrak niteliği de yoktur. Su Temin Antlaşması uluslararası su hukuku bakımından yok hükmündedir. Yerel veya uluslararası yargıda bunu kanıtlayacağız.
Alım Garantili Su Temin Antlaşmasının noktasına virgülüne dokunulmadan imzalanması gerektiğine inanan siyasiler halkımızın, üreticilerimizin aklıyla dalga geçmek yerine, ilk önce kendi akıllarını sorgulamalıdırlar.
Su yönetiminin ve su işletmesinin özelleştirilmesi amacıyla hazırlanmış olan Alım Garantili Su Temin Antlaşması; suya erişimi bir hak olmaktan uzaklaştıran; su tasarrufunu değil tüketimini teşvik eden; insana hizmeti ve üretime katkıyı değil özel firmaya yüksek kâr ettirmeyi amaçlayan; kamu varlıkları üzerinden özel şirketler için zenginlik, halkımız için fakirlik yaratan; hiçbir risk almadan siyasi baskı ile elde edilen imtiyaz sonucu oluşan yüksek kârların bedelini halka, üreticiye ve baskı ile elde ettikleri “alım garantisi” ve “kredi kefaleti” sonucu KKTC Maliye Bakanlığı kanalıyla tüm Kıbrıslı Türklere ödeten; ve kapalı kapılar arkasında dönen siyasi entrikalar ve ekonomik vaatler ile yolsuzluğu artıran; ‘özelin’ menfaatleri üzerine kurulmuş bir su yönetim şeklidir; daha doğru bir ifade ile müstemleke yönetim şeklidir.