Suzan Kısaoğlu
kisaoglusuzan@gmail.com
Sadece yaşadığımız coğrafyada bile görünürlük kazanabilmek için çok ‘yarım’ konumdayız. Diğer bir deyişle, ait olduğumuz adayı bir yarım ada olarak görmekten ve öyle göstermekten vazgeçmezsek dünya üzerinde halihazırda sahip olmadığımız somutluğumuz, herhangi bir biçim kazanmamaya devam edecektir.
Görüyoruz ki aynı alanda iki ayrı dünya inşa etme çalışmaları köksüz temeller ve çarpık yapılaşmalar gibi yaşam alanımızda bariyerler ve engeller oluşturmaktan başka bir getiride bulunamıyor. İş sahalarında, sanatta, sosyal alanda kısacası hayatımızın her noktasında bizi görünmez kılıyor. Bu bağlamda yıllardır aşina olduğumuz, adadaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırma temelinde bir antlaşmaya varılması yönünde müzakereler sürüyor, ilerlemeler kaydediliyor, barış odaklı çalışmalar gerçekleştiriliyor. Ada halkı olarak, kuvvetli bir inançla yeniden tek bir parça haline gelmeye el uzatıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bir beden, ancak tüm organları birleştirilirse var olabilir. Ve görüyoruz ki, dünya çapında şu anki konumumuzla biz sadece, var olmayan ülkenin çocuklarıyız.
Yüzümü dünyaya çevirince savaşlar, açlık, terör her yandayken çağlar boyunca tüm bu kaos ortamlarının yarattığı benmerkezcilik ve içe dönme neticelerinden farklı olarak, Afrika halkına ait bir kavram dikkatimi çekiyor; Ubuntu. Altındaki derin felsefe ise, ‘Ben, biz isek ben olurum’ diyor. Tüm kirlenmiş zihniyetlerin, makineleşmiş toplulukların yanında, çektiği acılara rağmen içlerinden kaybolmayan bu inanç beni etkiliyor.Tam bu noktada soyutluğumuza sebep olan cevap beliriyor;
Burada her şey biz’i ben yaparak başlamıştı. Sonra ‘ben’ ve ‘o’ oldu. Ben’i ben yapan O’nunla benzeşmeyen bir kimliğe ve farklı bir dile sahip olmaktı. Oysa biz; Kıbrıslılar olarak, ortak kültürün, aynı toprakların evlatlarıyız. Ve bu bağ bizi ‘biz’ olarak nitelendirmek için ihtiyacımız olan en kuvvetli bağdır, var olabilmek için ona; ortak kültüre, sahip çıkmalıyız. Sosyolojik perspektifte de tanımlandığı gibi, bilinmelidir ki, bir toplumun kimliğini yok etme yolunda onun kültürünü yok etmek izlenilecek ilk adımlardan biridir. Ve bölük; ayrıştırılmış iki parça halinde yaşamak çoğulcu yaklaşımımızı silmesinin yanında zamanla ortak olan ne varsa eritip kimliksizleşmemize yol açmak gibi bir tehlike içermektedir.
Çoğulken tekil hale dönüşmek için neyin cazip geldiğini düşünüyorum. Ve işe albeni katan unsurun, iyelik ekinin tek öznesi olma fikri olduğu kanaatine varıyorum. Şöyle ki, sahip olunan her şeyin tek sahibi konumunda bulunmak özlenilen özgürlüğü avuçlarında tutabilmek anlamına geliyordu, ve nihayetinde derin bir nefes almak... Böylelikle biz’i, ‘ben ve o’ya dönüştürme suretiyle iki özne arasına bir çizgi çizildi, herkes sınırını bilecekti!
Bu antlaşmalı bölünmüşlükten sonra teorideki özgürlük, parlak bir paketle avuçlardaydı artık.
Paket soyulup içi açıldığındaysa realitenin gözleri kamaştırmaması dikkat çekiciydi. Beklenen özgürlük bileklere dolanan bir ipten ibaretti. Toprak, hatta deniz... karşılaşılan manzarada her şey yarımdı. Ve o noktadan sonra ne zaman dünyanın kalanına sesimizi duyurmaya kalksak önümüzdeki sınır bizi yuttu.
Görünmez bir ülkenin nefes alan kahramanlarına dönüştük. Ve her şey, biz yerine ben’i seçerek başladı.
Merak ediyorum, sınırlarla çizili oyun alanlarında büyürken yaşam alanımızı da aynı sınırların çevreleyeceğini bilseydik ‘barış’ı daha çok resmeder miydik? Özgürlük diye tanıştırıldığımız şeyin esasında tutsaklık olduğunu farketseydik uçurtmalarımızı elimizden bırakır mıydık? Ve insanca yaşamak için ortak paydada birleşip tek bir bedenin organları gibi birlikte var olmaya mücadele etseydik sesimize ambargolar uygulanır mıydı?
Cevap tek bir kavramı; ‘biz’i kaybetmekle kaybolmuştu, şimdi ortak kavgamız onu geri kazanmaya olmalıdır. Ortak sesimiz barışa seslenmelidir, çünkü ‘ubuntu’.
Çünkü ‘ben, biz isek ben olurum’.