Olay basit bir olay değil…
Taciz, tecavüz…
Ortada bir 'mağdur' var.
Bir de 'suçlanan'…
Mağdur mağdur olduğunu söylüyor.
Olayın gerçekliği henüz bilinmiyor. Yani bir iddia… Bu nedenle sır…
Doğru da olabilir, yanlış da.
Polis doğruyu bulana, mahkeme ikna olana kadar herkes suçsuz!
Bu nedenle basının en azından bu davada daha titiz çalışması gerekirdi.
Elbette yalnız bu davada değil, birçok davada öyle…
'En azından' diyorum, çünkü aynı durum diğer mahkeme haberleri için de geçerli…
Polis yakalıyor, hop mahkemeye.
Polisin anlattıkları “doğru” kabul ediliyor, bu bilgilerle haber yazılıyor.
Geçmişte biz de yaptık. Hata ettik! Yanlış yaptık. Ama en azından “polisin iddiası” diye yayınladık, kimseyi suçlu ilan etmedik.
Mahkeme sonuçlanana dek.
Yıllardır bu yöndeki duruşumuzu zanlı fotoğraflarını sansürleyerek ve isimlerin baş harflerini vererek devam ettiriyoruz. Olay çok kesin değilse, kimseyi suçlu ilan etmiyoruz.
Çok net bir durum yoksa, kimsenin fotoğrafını ve adını açık vermiyoruz.
Ta ki mahkeme sonuçlanana dek.
Hem bu son olayda, hem de diğer davalarda… Ve inanın bu durum bize kaybettiriyor! Ne mi kaybettiriyor? Böylesi hallerde meraklı olan okuyucularımız pek tabii bu tarz haberlerde bizi değil, başka gazeteleri takip ediyor.
***
Ancak bizim bu yöndeki tavrımız yeterli değil.
Bazı gazeteler işi iyice abartmış. Geçen hafta bir “gazete” manşetinden başka bir olayla ilgili tecavüzü “heyecanla izlenen bir olay” olarak lanse etmekle kalmamış, tüm detaylarına yer vermiş. Hatta yazının bütünü “bu kadın tecavüzü hak etti” mealinde kaleme alınmış!
Adı geçenler eğer suçsuzsa? Şimdi ne olacak peki?
Ayıklayın pirincin taşını…
Bir insanın bekli de hayatını mahvedildi, birkaç haber yüzünden…
Birkaç çekici başlık yüzünden.
Birkaç açıkgöz gazeteci yüzünden.
***
Farkındayım, ajitasyon sattırıyor!
Seks içerikli haberler de sattırıyor. Endişe ve şiddet de sattırıyor.
Ama gazetelerin görevi, sosyal medyadaki kimi sorumsuzların görevi, kimi internet sitelerinin görevi satmak, tıklanmak mı sadece?
Nerede toplumsal sorumluluğumuz?
Küçücük ülkeyiz.
Bu küçük ülkede bazı değerleri bile hala yerine oturtamamışsak, yazıklar olsun bize…
Yazıklar olsun böyle gazeteciliğe…
Ha unutmadan, şimdi gelelim köşe yazımın başlığında yer alan 'sorunun' yanıtına…
“Tacizci kim?”…
Bilmiyorum! Bunu ben bilemem! Gazeteci bu soruya cevap veremez! Buna mahkeme karar verecek…
Başlığın tek amacı, sizin bu yazıyı okumanızı sağlamaktı.
Başlık dikkat çekti değil mi?
Çeker tabii…
Tiraj yakalamak bu kadar kolay işte…
Atarsın başlığı, olur biter…
Bu deneyi 3’üncüdür yapıyorum, gayet başarılı oluyor, yazının tümünü okuyorsunuz.
Gazeteciler devlete kaçıyor
Son bir yılda birçok gazetede mesleği terk ederek devlete gitti.
Kimler kimler gitmedi ki…
Hepsi birbirinden değerli isimler.
Daha birkaç yıl önce hepsi birer medya organındaydılar.
Peki neden gazeteciler mesleklerini yapmayı değil de devlete gitmeyi tercih ediyor?
Elbette haklı nedenleri vardır.
Baksanıza gazeteler münhallerinde bile "esnek çalışma saatlerinden" bahsediyor, yani mesainiz yok!
Hafta sonu, bayram seyran çalışacaksınız!
Maaşlar düşük, sosyal haklardan mahrumsunuz.
Elbette ki kaçacak gazeteciler.
Peki bu durumun sorumlusu kim?
İşte esas soru bu…
Gazeteleri yönetenler (yönetemeyenler) bu sorunun neresinde?
"Gazetecilik bu mesaisi olmaz" bahanesinin arkasına saklanarak, gün, saat demeden gazetecinin çalışmasını bekleyenler? Her fırsatta adaletten, haktan hukuktan söz eden siyasiler?
Gazeteciler emeklerini sömüren, lüks içinde yaşayan gazete patronları?