Leymosun’da, Mağusa’da, Pile’de öğretmenlik yapmış, kütüphanede yıllarca kütüphanecilik yaparak özellikle ödev verilen öğrencilere canla başla yardım etmiş, kitap okumayı sevdirmeye çalışmış rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın hatıralarının devamında Tahtakala’da çocukların oynadığı diğer oyunlar arasında ip atlama, pire ısırdı çık yukarı, beştaş oyunu, hoppacık oyunu, kapıcı başı oyunu, jagoma top oyunu gibi oyunları sayıyor… Tahtakala’daki evlerini anlatmaya devam ediyor:
“Evimizde üç hurma ağacı vardı. Her sene ağaçlar yüklenirdi ama biz doya duya hurma bile yiyemezdik. Babam hurmaları birkaç kılıç keser, bizim yetişemediğimiz yüksek bir yere (ekseriya karyolasının başucuna) asar ve her gün pişmişlerini toplar, cebine doldurur, dükkanda yerdi.
Bazan “Baba bize de ver” derdik. Her birimize ikişer üçer tane verirdi ama istemeye korkardık.
Bir gün (4-5 yaşlarında vardım) yan yana olan iki yüksek hurmaya çıkıp ben de hurma toplayıp yemeye karar verdim. Ayağımın birini bir hurmaya, diğerini de öbür hurmaya basarak kedi gibi tırmanmaya başladım. Annem tezgah dokuyordu. Beni görmedi. Hurmaların tepesine kadar çıktım. Pişmiş hurmaları ceplerime doldurdum. Tam inmek üzere iken birden sokak kapısı açıldı. Babam eve geldi. Az daha korkudan yere düşecektim. Babam içeri girdi. Hurmaların tam karşısındaki tuvalete girdi. Tuvaletin kapısı yarım kapıydı. Kapının üst kısmı yoktu. Babam içeri girdi. Ben öyle çabuk indim ki az daha annemin kalbi duracaktı. Hemen odaya koştum, ceplerimi boşalttım. Babam tuvaletten çıkmadan onları sakladım ama elim ayağım titriyordu. Annem beni bardağı küpten doldurmaya yolladı. Küp avlunun öbür ucundaydı. Bardağı doldurana kadar biraz kendime geldim. Biraz su içtim, rahatladım. Babam hiçbir şeyin farkına varmadı. Eğer beni hurma toplarken yakalasaydı, eminim dayaktan öldürürdü.
ET DOLMALARI…
Bir gün evden çıkıp evimize çok yakın olan, hemen köşenin arkasındaki Nazif teyzemin evine gittim. Kapıyı çaldım, “Teyze, teyze!” diye çağırdım. Sonra “Küçük Teyze! Küçük Teyze” diye çağırınca kapı açıldı.
Teyzemin çocuğu olmadığı için Singrasi’den üç yaşında Emine isimli bir evlatlık almıştı. Bu kız benden en az 15 yaş büyüktü. Ben 4-5 yaşında iken, o da 20 yaşlarında güzel bir kızdı. Ben onu, o da beni çok severdi. Oraya gittiğimde kapıyı mahsus açmazlar, “Küçük Teyze” diye çağırmamı isterlerdi. O gün de kapı açıldı, içeri girdim. Dolmanın kokusu ortalığı sarmıştı. Bizim evde öyle yemekler pişmezdi. Bizim yemeklerimiz patates yahnisi, duru suda bulgur pilavı, kabak yahnisi, kızartılmış patates, çorba. Ayda yılda bir de annem pekmez alır, bize çerçelukya yapardı. Hamur yoğurur, onu halka halka yapar, suda pişirir, içine pekmez dökerdi. Çok güzel bir tatlı olurdu. Seve seve yerdik.
Teyzem durumumuzu bildiği için bana küçük bir tabacığa 5-6 tane dolma koydu. Biraz da ekmek getirdi. Ben bir dolmaya, bir havaya baktım. Eve gitmek istedim. Babamın katı kurallarından biri de güneş batmadan herkesin evde olmasıydı. Dolma pişene kadar akşam olmuştu. Ben gitmek isteyince teyzem “Otur ye dolmacıklarını da giden, ben babana söylerim da sana kızmaz” dedi. Ben de oturdum. Daha birinci dolmayı ağzıma götürüken kapı çalındı. Teyzem gidip açtı. Gelen babamdı. “Bunda mı o kız?” dedi.
Teyzem, “Aha bir iki dolmacık kodum yesin da gelir be Mehmedali” dedi.
Babam, “Ben ona söyledim, güneş dolunmadan evde olsun” dedi.
Teyzem de “Ben bırakmadım. Dolmanın kokusu ortalığı tuttu” dedi.
Babam dinlemedi.
İçeri girip beni saçlarımdan tuttu, kapıya sürükledi. Teyzem ne dediyse fayda etmedi. Yola da üç köşe taşlar dölşemişlerdi. Asfalt yapacaklardı. Babam her vurduğunda, taşların üstüne düşerdim. Elim ayağım kanamış, kaşım yırtılmıştı. Düşe kalka al kan içinde eve geldik.
Annem beni alıp elimi yüzümü yıkadı, elbiselerimi değiştirdi. Babama bir şey soracak olsa, ona da bir ala dayak atacağından korkarak sesini çıkarmadı.
Diğer odaya geçtik. Anneme olanları anlattığımda, “İnşallah elleri kırılsın” dedi.
Babamın elleri kırılmadı ama gittiği Evdim’de hanaydan düştü ve başı yarıldı.
Ne zaman et dolması dense, o günkü o birkaç et dolmasının kokusu burnumda tüter ve hala kaşımda olan yara izini hatırlarım.
Babam beni ömür boyu hiç sevmedi, günden güne bana karşı olan nefreti arttı.
Halbuki ben onu seviyor, daha doğrusu sayıyordum.
Av dönüşü onu köşede bekler, beraber eve gelir, patilerini çözer, potinlerini çıkarır, terliklerini getirir, elini yüzünü yıkaması için su getirir, ellerine dökerdim. Çünkü o zamanlar evlerde çeşme yoktu, suları Kalekapısı yanındaki çeşmeden ve Piskobos çeşmesinden getiriyorduk.
EVE SU TAŞIMA…
Eskiden fakir evlerde çeşme yoktu. Herkes tenekesini, destisini alır, çeşmelere gider, sıraya girer, sırası gelen kaplarını doldurur giderdi. Bazan çeşme başında kavgalar çıkar, kadınlar birbirinin saçını başını yolardı. Kadınlar diyorum çünkü erkekler suya gitmez, bu işi kadınlar ve çocuklar yapardı. Hatta erkek çocuklar da suya gönderilmezdi.
Bizim evde ben ve benden üç yaş büyük olan ablam Fatma (ona Fattuş derdik) suya giderdik. Ben dört, Fattuş yedi yaşındaydı. Gece uyurken babam bizi uyandırır, “Yetişir uyuduğunuz, hade kalkın, suya gideceksiniz” derdi.
Bir gözümüz açık, biri kapalı kalkar, babamın yaptığı dört teneke sığan su arabasını alır, iki kız çocuğu saat 11-12’de suya giderdik.
Arabadan tenekeleri indirir, sıraya girer, tenekelerin üzerine oturur, birbirimize dayanarak uyurduk.
Ekseriya gece Piskobosluğun bahçesindeki çeşmeye giderdik. Çünkü o çeşme çok akardı ve tenekeler hemen dolardı. Sıramız gelene kadar uyurduk. Bazan ciralar bize acır, “Manammu, sigu bano, elade manammu” diyerek arabaya koymamıza yardım ederlerdi.
Suları alır, ciralara “Efgaristo, gali nihta” der, eve gelirdik.
Suları bir bir biz ikimiz tutar, içeri taşır ve yatırdık. Babamız da yatağında rahat rahat uyurdu.
Tahtakala'da su taşımak için bekleyen kadınlar. Fotoğraf 1957 tarihini taşıyor ve LEFKOŞA'NIN GEÇMİŞ YILLARI sosyal medya grubunda paylaşıldı...
OKULA BAŞLAMA…
Benim çocukluğumda okula giriş belli bir tarihte olmazdı. Herkes çocuğu dört yaşında, dört ay on günlük olunca, hali vakti iyiyse, kız çocuğu Seriye hanım gelin eder, elmaslı taş ve mücevherler içinde, telli duvaklı gelin olarak okula götürür, Besmele çektirdikten sonra lokum veya şeker ağırlanır ve çocuk eve gönderilir, okula ertesi gün başlardı. Çocuk oğlansa Hacılar, Hocalar, ilahilerle çocuğu okula getirir, Besmele çektirir, Lokum veya şeker ikram edildikten sonra çocuk eve gönderilir ve ertesi gün okula başlardı. Orta halli ana babalar, çocuğunu alır, okula götürüp “Eti senin, kemiği benim” diyerek hocaya teslim ederdi.
Bizim gibi fakir çocuklar okula ya kendi başlarına veya kardeşleri veya arkadaşlarıyla giderdi.
Ben de beş yaşında olmuştum ama benimle ilgilenen olmadı.
Bir gün komşumuz Vasfiye’ye yalvardım. “Beni da götür okula” dedim.
“Tamam” dedi.
Hafta başı, Cumartesi’ydi o zaman. Okul Perşembe günleri yarım gün, Cuma da tatildi. Cumartesi sabah hazırlandım. Kimseye bir şey söylemeden evden çıktım.
Vasfiye’yle Tahtakala Camisi’ne bitişik olan ilkokula gittim.
Okulda sarıklı, cübbeli ve eli sopalı bir öğretmen görünce çok korktum. Hocanın gözleri iyi görmediği için benim okula geldiğimi bile fark etmedi. Ben Vasfiye’nin yanına tahta bir sıraya oturdum. Hoca Vasfiye’yi derse kaldırdı, bilemeyince de sopa ile birkaç tane vurdu. Ben titremeye başladım. Geldiğime bin pişman oldum. Korkudan ne yapacağımı bilemiyordum. Biraz sonra çocuklar teneffüse çıktılar. Ben de kapıdan ok gibi fırladım ve koşarak eve geldim. Kimseye bir şey söylemedim. Bir daha da o okula gitmedim.
Ablalarım Nazif Hoca’nın okuluna gidiyorlardı. Şerif abama söyledim, “Beni de götür okula” dedim. “Tamam” dedi.
Ertesi gün hazırlandım. Ablamla Nazif Hoca’ya gittim. O, odasına gitti. Ben küçüklerin odasına girdim.
Nazif Hoca, orta yaşlı, basma elbiseli, gözlüklü, masasının başında oturuyordu. Yanına yaklaştım.
“Hocanım ben da geldim okula” dedim.
Nazif Hoca, gözlüklerinin üstünden beni şöyle bir süzdü.
“Sen küçüksün kız, git da gelen sene gelin” dedi.
Ben “Ama ben beş yaşındayım. Hem Fatiha ve İhlas surelerini bilirim” dedim.
Nazif Hoca doğruldu.
“Besmele çek da oku bakayım” dedi.
Besmele çektim, sureleri okudum.
Nazif Hoca gülümsedi.
“Aferin, güzel okudun. Hade sen da kal bakalım” dedi.
Kendime bir yer bulup oturdum.
Nazif Hoca her gün okul çıkışında çocukları duvara dizer ve kerrat sorardı.
Bilene pembe bir “Aferin” verir, eve yollardı. Bilmeyenin avucuna dut çirpisiyle bir tane yapıştırır, “Geç en arkaya” derdi.
Ben her gün pembe bir Aferin, bazan sarı bir Tahsin (on Aferin), bazan da beyaz, yaldızlı bir İMTİYAZ (Yüz Aferin) alırdım.
Eve gelince, en büyük zevkim, aldığım bu Aferinler’i makasla küçük küçük kesmekti. Aferinleri doğramadan katiyen yatmazdım. Bu Aferinler’den birkaç tane kurtulmuştu parçalanmaktan. Onları da damadım rahmetli Kutlu Adalı istemişti. Kitap yazacakmış, ona verdim. Onları neden parçaladığımı hala düşünüyor ve bir mana veremiyorum.
YASEMİN SATIŞI…
Afet Teyzemin evinde bir yasemin ağacı vardı. Her gün öğleden sonra Şerif Abam, yaseminleri toplar, dizer ve bana verirdi.
Ben de çarşı, pazar, dükkan dükkan gezer, o yaseminleri satmaya çalışırdım.
Yaseminleri hurma dalına dizer ve bir küçük tepsi içine sıralardı ablam. Her yasemin dizisi on paraydı.
Bu on para için gezer ve satardım yaseminleri.
Hepsini sattığımda, ablam bana on para veya yirmi para verirdi.
Ermu Caddesi’nde bir aşçı vardı.
Bu aşçı dükkanında yeşil bir papağan vardı.
Hem yasemin satmak, hem de o papağanı görmek için her gün o dükkana giderdim.
Sahibi çok iyi bir insandı.
Beni görünce, “İrtes Bale mitsi” (“Gene geldin küçük”) der, hemen cebinden on para, yirmi para çıkarır, bana verir, bir iki yasemin alırdı.
Onu gören müşteriler de alırdı.
Mal sahibi Yanni Dayı, “Manammu” der ve bana acıyarak bakardı. Çünkü hakikaten acınacak haldeydim.
Sırtımızda rengi kaçmış bir basma entari, yalınayak dolaşıyordum.
Potinimiz yoktu.
Bütün yaz, yalınayak gezerdik.
Okul açılınca eski püskü, potin değil de potin çarığı vardı ayağımızda.
Bayramdan bayrama Belediye’nin biz fakir çocuklara verdiği potinler, onlara da potin denirse…
Garip Usta (gittiği yerde bulur inşallah) mukavvayı siyah boya ile boyatır, potinlerin altına çakardı. İki üç gün, çok çok bir hafta sonra mukavva erir, ayağımızda potinin yüzü kalırdı. İçine mukavva keser, kor ve giyerdik. Yazda da hiç potin giymezdik.
Ablam evleneceği zaman, yani ben sekiz yaşında iken, dedem bana siyah rugan ve beyaz geçmeli bir çift terlik yaptırmıştı. Onları çok sevmiştim. Beş-altı ay giydikten sonra bir gün tekini bulamadım.
Meğer küçük kardeşim alıp tuvalete atmış. O zaman tuvaletler bir kuyu ve üzerine konmuş bir tahtadan ibaretti. Sonra bir ucu açılıp kapanan tenekeden yapılmış tuvaletler yapıldı. Seneler sonra da şimdiki tuvaletler yapıldı.
Çok ağladım o terlik için ama onu kuyudan çıkarmak mümkün değildi…
RUGAN AYAKKABILAR…
Bir gün Nazif Hoca okula bir çift rugan çocuk ayakkabısı getirdi, yanındaki pencerenin içine koydu. Belli ki ısmarlama yapılmış, kaliteli ve çok şıktı, önünde çapraz iki kolancığı vardı. İki tokayla biri sağa, biri sola iliklenirdi. O kadar çok hoşuma gitmişti ki, bütün gün gözlerimi pencereden ayıramadım. Keşke benim de öyle güzel ayakkabılarım olsa dedim içimden.
Bize sık sık ayakkabı alınmazdı. Dedem muhtar olduğu için bizi de fakirler listesine yazar ve bayramda Garip Usta’nın yaptığı altı mukavva bir çift potin verirdi belediye. Arife günü Garip Usta’nın dükkanına gider, ayağımıza göre bir çift potin ayırtır, içine adımızı yazarlardı ve ya arife, ya da bayram gün sabah, belediye, potinleri fakirlere verirdi.
Bayram geçene kadar potinlerin altı erir, üstü kalırdı ayağımızda.
Bütün sene içine mukavva keser koyar, öylece idare ederdik.
Bundan dolayı bu rugan ayakkabılar çok hoşuma gitmişti.
Ertesi gün okula gittiğimde rugan ayakkabılar hala oradaydı. Daha ertesi gün ve ondan sonraki günler hep parladı durdu ayakkabılar pencerenin içinde…
Bir gün kararımı verdim. Nazif Hoca’ya soracaktım onları. Akşamüzeri çocukların hepsinin gitmesini, bir kenarda bekledim. Hepsi gitti, Nazif Hoca ile ben kalmıştım sadece.
Nazif Hoca beni görünce, “Ne kız, sen daha gitmedin mi?” dedi.
“Hayır gitmedim. Size bir şey soracaktım” dedim.
“Sor bakalım” dedi.
Birkaç defa yutkundum. Bütün kanım sanki yanaklarıma gelmişti.
“O potincikleri soracaktım. Eğer lazım değilse, bana verin, benim potinlerimin altı delik da” diyebildim.
Gözlerimden yaşlar akmaya başladı.
Nazif Hoca beni o halde görünce çok duygulandı.
Sert kadındı ama merhametliydi.
“Al da gey bakalım, olur mu ayağına” dedi.
Rugan ayakkabıları aldım. Potinimi çıkardım, yırtık çoraplı ayağımı utanarak soktum, potinler ayağıma biraz büyüktü.
Nazif Hoca, “İçine bir bado koy da gey” dedi.
Nazif Hoca’ya teşekkür ettim, elini öptüm, potinleri aldım.
Nazif Hoca arkamdan “Güle güle eskit” dedi.
Sanki bana dünyalar bağışlanmıştı.
Eve koştum. O gece de kucağıma alıp yattım. O potincikleri iki sene giydim. Ve her giydiğimde Nazif Hoca’ya dua ettim.
Birkaç gün sonra Nazif Hoca beni yanına çağırdı. Çok korktum. Acaba bir kusurum mu vardı. Gittim.
Nazif Hoca, “Bak Hatice, sen akıllı bir kızsın. Seni kalfa yapıyorum. Bu Emine’yi okutacaksın” dedi.
Nazif Hoca’nın yanında kocaman bir kız duruyordu.
“Peki hocanım okutayım” dedim.
Emine’yi alıp odanın bir köşesine oturduk. Emine Elif’i, Be’yi bile öğrenmemişti. Ona binbir dereden su getirerek tarif ediyordum ama Emine alık alık bakardı. Aylarca uğraşarak nihayet harfleri ve biraz okumayı öğretebildim. Nazif Hoca’nın okuluna iki sene devam ettim. Sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıflar için açılan Topal Şaziye Hanım’ın okuluna gitmek zorunda kaldım. İki sene de o okulda okuduktan sonra Mağusa İlkokulu’na gittim ve ilkokul son sınıfını orada tamamladım…
DEVAM EDECEK