Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Portekizli yazar Jose Saramago ‘Görmek’ romanında hayali bir ülkede geçen ilginç bir hikâye anlatır: Ülkenin başkentinde bir seçim vardır. Ne var ki sabahtan beri yağan yoğun yağmur nedeniyle hiç kimse oy kullanmaya gitmemektedir. Saatler ilerlemesine rağmen durumda bir değişiklik yoktur, büyük toplumsal sessizlik devam etmektedir: Yetkililer neye yoracaklarını bilemedikleri bu durum karşısında büyük bir merak ve endişe içindedirler. Derken öğleden sonra yağmur durur ve saat tam dörtte sanki görünmez bir el harekete geçirmişçesine seçmenler sandık başına gider ve oylarını kullanırlar. O ana kadar cereyan eden büyük sessizlikten ürken, bunun altından bir çapanoğlu çıkar mı diye endişelenen yetkililer sonunda rahatlamışlardır. Ancak asıl büyük sürpriz sandıklar açılınca ortaya çıkacaktır: Kullanılan oyların yüzde 83’ü boştur. Bu beklenmedik, öngörülemeyen tablo karşısında hükümet önce büyük bir şok yaşar, kısa bir tereddütten sonra hemen harekete geçer. İlk açıklama, çıkan sonucun içerdeki bozguncu grupların (iç düşmanlar) ve uluslararası anarşist örgütlerin (dış düşmanlar) işi olduğudur; atılan ikinci adım ise ‘olağanüstü hâl’ ilânıdır. Bundan sonrasında tam bir karabasan yaşanacaktır. “Beyaz veba”nın (vatandaşın bembeyaz boş oylar kullanarak sergilediği iradesi, iktidar tarafından “beyaz veba” olarak nitelendirilir), ülkenin diğer kentlerine de yayılmaması için başkent abluka altına alınır, ardından da suçluların bulunması için sürek avı başlatılır...
Edebiyat büyük oranda kurgusal ve hayali bir etkinlik alanı olsa da son kertede “hayatı taklit eder.” Böyle olduğu içindir ki hayatın karmaşık ilişkilerini anlamamız açısından son derece önemlidir. Son günlerde belleklerde ‘Taksim Direnişi’ olarak yer eden ve gerek içerde gerekse dışarda, geniş katılımlı yayılma eğilimi göstererek gündeme oturan toplumsal kalkışma ise, kurgusal bir hikâye değil, doğrudan gerçeğin kendisidir; damardan girmiştir, göz ardı edilemeyecek kadar önemli ve anlamlı olması da bu yüzdendir. Önceden öngörülemeyen, ancak içten içe kaynayan bir birikimin adeta volkanik patlaması biçiminde tezahür eden bu dinamik toplumsal süreçten, başta Başbakan Erdoğan ve AK Parti iktidarı olmak üzere muhalafeti de kapsayan, giderek kurum, anlayış ve aktör düzeyinde siyasetin ve çok daha genel anlamda siyasal alanın bütünün çıkaracağı dersler olması gerekir.
Başbakan Erdoğan ve AK Parti açısından bakılacak olursa özetle söylenebilecek olan; 2002 yılında başlayan ve şu an itibarıyla üçüncü dönemin son bir yılına girilen iktidar sürecinde sergilenen siyasal performansın temel özelliğinin, derin zigzaglar çizen, kimi zaman taban tabana zıt uygulamalar içeren bir mahiyet arz ettiğidir. Bu süreçte iktidarın başarı hanesine kaydedilecek ve onu geçmiş iktidarlardan farklı kılacak başlıca hususlar, siyasal ve ekonomik istikrarın sağlanmasıdır. (AKP iktidarıyla birlikte, siyasal ölçekte koalisyon dönemleri sona ermiş, ekonomik ölçekte ise enflasyon ateşi söndürüldüğü gibi, evrensel yaygınlık gösteren kriz ağır bir iç sarsıntı yaşanmadan kontrol altında tutulmuştur) Yine aynı dönem içinde aşama aşama Türkiye’nin AB üyeliği perspektifinde mesafe alınmış, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren rejim üzerinde belirleyici olan askeri-bürokratik vesayetin gücü büyük oranda kırılmış, hukuk ve yargı sisteminde köklü değişiklikler yapılmış ve nihayet cumhuriyet tarihinin en can yakıcı sorunu olan ‘Kürt Sorunu’nda barış ve çözüme yönelik, halen devam edegelen, ciddi adımlar atılmıştır. Bu sürecin arka plânını ise büyük oranda evrensel ölçekte yaşanan gelişmeler belirlemiştir. Öyle ki Ak Parti, içinden geldiği, kendi üzerine kapalı-katı ‘Milli Görüş’ geleneğiyle örtüşen siyasal-ideolojik bağını görece kopararak kendini ‘Muhafazkâr Demokrat’ olarak yeniden tanımlamak suretiyle yola koyulmuş; bir başka ifadeyle siyasal-ideolojik sınırlarını esneterek kendi dışına taşmış, toplumsal kapsama alanını genişleterek kitleselleşmiştir. Bu dönüşüme, yirminci yüzyıl sonu itibarıyla sosyalist sistemin yıkılmasının ve iki kutuplu dünyanın sona ermesinin ardında bıraktığı ideolojik boşluğun yarattığı savrulma ivme kazandırmış, yine bu durum Ak Parti’nin farklı toplumsal-siyasal kesimleri bir araya getirmesinde kolaylaştırıcı etken olmuştur. Pratik-pragmatik bir anlayışın egemen olduğu, somut projeler ve hedefler üzerinden sonuç alıcı adımların atıldığı -aynı pratik pragmatik anlayış nedeniyle bir yandan da birbirine zıt uygulamalar arasında zigzaglar çizilip, gelgitlerin de yaşandığı- bu süreç ise son kertede Ak Parti’nin hanesine her seçim dönemi artan oy oranları olarak yansımıştır. Bunun karşılığı iktidar cephesinde ve bu cephenin başı olan Erdoğan’ın şahsında giderek artan güç temerküzü biçiminde tecelli ederken, muhalefette ise güç kaybına yol açmış, Türkiye bir bakıma günden güne muhalefetsiz bir demokrasiye mahkûm olmuştur.
İşte tam da bu noktada Ak Parti’nin cumhuriyet rejimini, en azından kimi konularda olumlu anlamda, ciddi biçimde dönüşüme uğratacak kertede işlevsellik kazanan ‘muhafazakâr demokrat” kimliğinde, ‘muhafazakâr’ karakteri öne çıkarken ‘demokrat’ yan gerilemeye, bir başka ifadeyle Ak Parti-Erdoğan’ın demokratlığı çoğulculuktan çoğunlukçu (plebisiter) bir anlayışa evrilmeye, bu zeminde ‘rövanşizmi’ de içeren, ‘otoriter’ bir mahiyet kazanmaya başlamıştır. Özellikle iktidarının son dönemlerinde siyasal-toplumsal yaşamın her alanında giderek artan biçimde sergilenen müdahaleci-dayatmacı yaklaşımlar, medyaya yönelik baskılar, ‘plebisiter otoriteryanizm’in somut göstergeleri olarak açığa çıkmış, bütün bu gelişmeler siyasal-toplumsal gerilimin artmasına yol açmıştır.
İtiraf etmek gerekir ki iktidar cephesinde bunlar yaşanırken, muhalefet cephesinde de siyasal-toplumsal ölçekte, ne sorunları çözecek ve ne de çıkış yollarını gösterecek öneriler üretmek, projeler sunmak bağlamında umut teşkil edecek bir dinamizm ve yaratıcılık söz konusu değildir. Ana muhalefet partisi olarak CHP ‘ulusalcılık-yenilikçilik’ arasında, yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal misali gidip gelirken, politik enerjisini ‘cumhuriyet mitingleri’ düzenleyerek, iktidarı suçlayan bir dil sergileyerek tüketmekle vakit geçirmekten öteye gidememiştir. Keza MHP miadını çoktan doldurmuş bir milliyetçilik anlayışında ısrarını sürdürerek kendi sınırları içine hapsolmuştur. Sol ise bir bölümüyle ulusalcılığa dümen kırarak kendini inkâr eden bir konuma geçmiş; bir bölümüyle bugünün siyasal-toplumsal gerçekliği karşısında tavır almak yerine geçmişine sığınarak ideolojik muhafazakârlığı tercih etmiş, kendini yenileyerek sürece dahil olmaya ve tavır geliştirmeye çalışan bir bölümü yeterince güçlü politik-ideolojik bir çekim merkezi olmaktan uzak kalırken, bir bölümü de entelektüel çabalar ve arayışlarla sınırlı kalmıştır.
İşte geçtiğimiz günlerde adeta volkanik bir patlama şeklinde tezahür eden ve kısa sürede yayılma eğilimi gösteren ‘Taksim Direnişi’, böylesi siyasal bir iklimin sürdüğü ortamda gelişen ve bir ‘çevrecilik’ hareketini aşan çok daha kapsamlı toplumsal bir başkaldırıdır. Bir yanda ‘Başbakan Erdoğan-Ak Parti’nin giderek ororiterleşen, kendinden başkasına kulak vermeyen, “ben bilirim’ci, ben yaparım’cı” dayatmacı suçlayıcı tavrı; diğer yanda ise siyasal körlük içinde olan ve karşı-suçlayıcı retorikten başka bir şey üretmeyen muhalefetin kabız tavrının birlikte, bir kör düğüşü haline dönüştürdüğü, dilin kabalaştığı, saldırganlaştığı ve küstahlaştığı; hasılı kurumlarıyla, aktörleriyle, anlayışlarıyla siyasal alanın yerlerde süründüğü bir iklimdir bu ve sessiz kitleleri harekete geçiren asıl neden de kanımca bu olsa gerektir. Sivil bir mahiyet taşıyan, farklı görüşleri bir araya toplayan, herhangi bir siyasal merkeze bağlı olmaktan öte çeşitliliği ve farklılığı içeren, büyük oranda kendi insiyatifiyle harekete geçen, çoğunluğunu genç insanların teşkil ettiği bu büyük kalabalıklar aynı anda hem Erdoğan despotizmine, hem de muhalefetin basiretsizliğine karşı çıkmaktadır. Bu bağlamda Erdoğan’ın “çapulcular, marjinaller, provakatörler, iç düşmanlar-dış düşmanlar” suçlamaları ne denli gerçeklikten uzak, tehlikeli, karşı çıkılması gereken bir tavır ve anlayışsa, aynı şekilde CHP’nin araya sızma ve bu eylemden kendine pay çıkarma, ulusalcıların “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” vb. çığırtkanlıkları da o denli gerçeklikten uzak, tehlikeli, karşı çıkılması gereken tavırlar ve anlayışlardır. (Bu noktada, kimi yazarların da altını çizdiği gibi, BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in -bu arada muhalif siyasi bir duruş olarak ayrı bir parantez açılması gereken ‘Kürt Hareketi’, çok daha kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ettiğinden bu yazının dışında bırakılmıştır- siyasi kimliğini dışarda bırakarak, başından itibaren bir yurttaş olarak bu sivil insiyatifin yanında yer alması, tam da bu hareketin ruhuna uygundur ve yapılması gereken de budur) Öyledir çünkü bugün itibarıyla gelinen aşamada askeri vesayetin alternatifi sivil vesayet olmadığı gibi, sivil vesayeti kaldıracağım derken, askeri-bürokratik vesayeti yeniden hortlatacak yaklaşımlara da fırsat vermemek gerekmektedir.
Bu aşamada aslolan demokratik kazanımları korumak, daha da geliştirilip yaygınlaştırılması, hak ve özgürlüklerin herkes için geçerli kılınması, eşitlik ve adaletin temininin sağlanması yönünde katkıda bulunmak olmalıdır. Bu bağlamda kurumları, aktörleri ve anlayışlarıyla siyasal alan otoriter, diyaloğa ve müzakereye kapalı, çatışmacı karakterinden arındırılmalı; şeffaflığın ve katılımın öne çıktığı, diyaloğa ve müzakereye açık, meşruiyetin toplumun kendisinde arandığı bir mahiyete bürünmelidir.
‘Taksim Direnişi’nin işaret ettiği ve anlattığı asıl budur. Ne Başbakan Erdoğan’ın ısrarcı tavrını hâlâ sergilemeye devam ediyor olması, ne de bu toplumsal başkaldırıyı slogan çığırtkanlığıyla güzelleme-açıklama gayretkeşliği, bu gerçekliği değiştiremeyeceği gibi, şu an itibarıyla direnişçilerin taleplerinin sınırlı düzeyde de olsa siyasal sorumlular nezdinde karşılık bulması ve yapıcı bir diyalog- müzakere zeminin harekete geçiyor olması da bunun böyle olduğunu açıkca göstermektedir.