2’nci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, “Hayatını çözüme adamış, bu yolda her türlü tehditle yüz yüze gelmiş birisi olarak ben, çözüm isteyen, adamızı federal çatıda birleştirmek isteyen bir Cumhurbaşkanına asla saldırmam” dedi.
Talat, Akıncı’ya “Lütfen geçici çıkarlar için iç barışımızı bozmamaya dikkat edelim, dışa dönük yüzümüzü karartmayalım” uyarısı da yaptı.
Talat, diyalog eksikliğine dikkat çektiğini, eleştiri ile saldırının birbirine karıştırılmaması gerektiğini söyledi.
Sorunun “bizim” sorunumuz olduğunu anlatan Talat, bu konuda Türkiye’nin de ikna edilmesi gerektiğini söyledi, “Çünkü biz Rum tarafıyla ne anlaşma yaparsak yapalım, referandumda kabul edilse bile TBMM’nin de onayına ihtiyaç vardır” görüşünü ortaya koydu.
“Kıbrıslı Türkler çözüm istiyor, barış istiyor” diyen Talat, bugün için federal çözümden başka bir alternatifin gerçekten olmadığı düşüncesini yineledi. Talat, “Tarafları ikna etmek Cumhurbaşkanı’nın görevidir. Ben bunu bilir bunu söylerim.” dedi.
İŞTE TALAT’IN AÇIKLAMASI
Sayın Cumhurbaşkanına birkaç söz
Eleştiri ile saldırıyı ayırt edememek ülkeyi yöneten insanlar için kabul edilebilecek bir özellik olmasa gerek. Çünkü bu, her şeyi ben bilirim anlayışı ve kibirle beslenen bir özelliktir. O tür yöneticinin hatalarını söylemek kimsenin haddine değildir, eleştiren kişi kendinden daha iyisini bilemez, o nedenle hatalarını söylemek “küçük dağları yaratan” yöneticiye saldırı demektir.
Bilen bilir, siyasi hayatım boyunca ideolojik karşıtlarıma yönelik olarak bile saldırıda bulunmuşluğum olmamıştır. Bu sayede ülkemizdeki, Türkiye’deki, Avrupa ve diğer ülkelerdeki siyasetçilerle ve zaman zaman da askeri makamlarla tartışmalarımda ne kadar sertlik olsa da diyalogdan hiç kopmadım. Onlara asla biat etmedim. Annan planının en sıcak günlerinde dahi uzlaşmaz karşıtlık içerisinde bulunduğum kişi ve çevrelerle bile diyalog kurabilmiş, o günlerin tatlılıkla aşılabilmesine katkı koyabilmiştim. Bu konuyu daha fazla uzatmadan esas konuya gelmek istiyorum.
"Biz ne anlaşma yaparsak yapalım, TBMM’de onaya ihtiyaç var. Tarafları ikna etmek Cumhurbaşkanı’nın görevidir. Ben bunu bilir bunu söylerim."
Kıbrıslı Türklerin iyi bileceği gibi 2015 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sayın Eroğlu % 28, Sayın Akıncı ise % 26 oy alarak ikinci tura kalmışlardı…
Sayın Eroğlu’nun seçilmesi Kıbrıs için beş yıl daha kayıp demekti. Bana göre Mustafa Akıncı Cumhurbaşkanı olmalıydı. Nitekim çözüm yanlısı tüm güçlerin desteğiyle Sayın Akıncı % 60’ı aşarak ikinci turda seçimleri kazandı…
Bu bizim için bir sevinçti, mutluluktu… Bu duygularımı seçimin hemen arkasından kendisini arayarak bizzat paylaşmış ve bu zorlu sürecin devamında her türlü yardımı esirgemeyeceğimi, tüm deneyimlerimi paylaşmaya hazır olduğumu içtenlikle aktarmıştım.
Sayın Eroğlu’nun zoraki imzaladığı 11 Şubat belgesi esas alınarak görüşmeler başladı. O günleri hep birlikte yaşadık. İyi giden bir sürecin bir aşamasında Sayın Akıncı’nın gururla ifade ettiği beşli zirve kararı alındı.
Önce Mont Pelerin, arkasından da Crans Montana’da garantörlerin de katıldığı zirveler toplandı. Tarih Temmuz 2017’ydi. Anastasiades’in seçimine altı aydan az bir zaman vardı, bu nedenle de Rum tarafının çözüme yeşil ışık yakmayacağı açıkça belli olan bu girişim başarısızlığa tosladı.
Sonrasında Sayın Cumhurbaşkanının söylediği ‘bu bizim neslin son denemesiydi’ sözleri herkesin belleğindedir. Halbuki sürecin çökmesini engellemek Kıbrıs Türk tarafının en önemli göreviydi. Hatta başarısı kesin olmayacaksa zirveye gidilmemeliydi. Ama gidildi, süreç çöktü ve o gün bugündür gayri resmi toplantı ve yemeklerle yetiniliyor… Üstelik Türk tarafı da paramparça oldu. Diyalog bitti, küskünlük dönemi başladı… Barış güçlerinin umutsuzluğu sürerken statükodan yana olanların sevinci katlandı.
Sayın Tatar’a göre Türkiye iki devletli çözümden yana. Sayın Akıncı federasyon için Berlin’deki gayrı resmi çalışma yemeğine gidiyor. Türkiye Dışişleri Bakanı, Türkiye aynı şekilde bir görüşme süreci için masaya oturmaz diyor. Çözüm isteyenler, umarız bu görüşme beşli zirveye yol açar diyor. Hükümet Maraş’ı açma çalışmaları yapıyor. Sayın Cumhurbaşkanı hükümetle sadece bir defa konuyla ilgili görüşme yapıyor, o gün bugündür sanki konu Kıbrıs sorunu dışındaymış gibi ses çıkarmıyor.
Peki, bütün bunlarla ilgili görüş ortaya koymak, diyalog eksikliğinin altını çizmek Sayın Akıncı’ya saldırmak mı oluyor? Sayın Akıncı’nın sadece Türkiye ile değil, AB ile, ABD ile, Avrupa’nın önemli ülkeleriyle ilişkilerinin yetersiz olduğunu söylemek ona saldırmak mıdır?
Sayın Cumhurbaşkanının yanlış hesapla yapılan Crans Montana zirvesinden sonra Türkiye’nin federasyon çizgisinden kaçmasını engellemesi gerekmez miydi? O günden bugüne dünyayı ve hatta Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi atması gerekmez miydi?
Yoksa Türkiye’yi federasyon çizgisinde tutmak mümkün değildi, dünya da bize yüz vermiyor mu diyeceksiniz? Bunu diyenler 2004’ten 2010’a kadar olan dönemi bir zahmet incelesinler. İngiltere Başbakanı yanı sıra kaç Dışişleri Bakanıyla görüşüldü, mevkiini küçümsemeden kaç üst düzey yetkiliyle görüşüldü, kaç başkente gidildi, kaç gazeteciyle görüşüldü? Yurt içinde her görüşten, ayrımsız tüm sivil toplum örgütlerine yönelik defalarca bilgilendirme toplantıları yapıldı. Tüm gazete ve TV organları, kendi ekipleriyle defalarca konuk edilip bilgilendirildi. Televizyonlarda defalarca tartışma programları yapıldı. Türkiye televizyonları da hiç boş bırakılmadı.
Eleştirilerin hiçbiri saldırı olarak değerlendirilmedi. Çünkü eleştiri ancak Cumhurbaşkanını güçlendirir. Hele eleştiriye değer vererek onu anlarsa tarihe damga vurur.
Hayatını çözüme adamış, bu yolda her türlü tehditle yüzyüze gelmiş birisi olarak ben, çözüm isteyen, adamızı federal çatıda birleştirmek isteyen bir Cumhurbaşkanına asla saldırmam. Saldıramam…
Ama benim eleştirilerimi saldırı olarak gören, bana çok iyi bildiğim ve 1990’lardan beri yaşadığım Türkiye ile ilişkiler konusunda ima yollu yakıştırmalar yapmaya kalkışan, “biat” gibi, ‘kendi görüşünü ifade etmemeyi iyi ilişkinin reçetesi sayan’ gibi, bizim anlayışımıza ters ifadeler kullanan (galiba tam da buna saldırı denir!) KKTC Cumhurbaşkanına eleştiri dışında yapabileceğim bir şey kalmıyor. Çünkü ben, gençlik örgütlerindeki zamanımdan beri, “biat kültürü“ değil ama eleştiri- özeleştiri mekanizmalarının sonuna kadar kullanılması gerekliliğini öne çıkaran bir evrensel kültürle yetiştim. Olumlu ilerlemelerin yolu da bundan geçer…
Türkiye ile her zaman aynı görüşte olmak gerekmiyormuş; elbette, ama Türkiye’nin iki devlet istemesi de kabul edilemez!
Sorun bizim sorunumuzdur. Türkiye bu konuda ikna edilmelidir. Çünkü biz Rum tarafıyla ne anlaşma yaparsak yapalım, referandumda kabul edilse bile TBMM’nin de onayına ihtiyaç vardır.
Sayın Cumhurbaşkanı, Hristofyas’la benim, 2008 yılı sonundan itibaren bir buçuk yıl içerisinde hazırladığımız otuz kadar mutabakat kağıdının hangi şartlarda o noktaya geldiklerini araştırırsa görecektir ki oradaki emek, çok geniş ekiplerin gece gündüz çalışmalarıyla üretilmiştir. Bugün de elde bulunan yakınlaşmaların büyük çoğunluğu o günün mutabakat kağıtlarında yazılanlardır. Her bir satırı Kıbrıslı Türk ve Rumlar olarak birbirimizi ikna ederek, benim tarafımdan Türkiye’nin desteği de alınarak, bilgim dahilinde bazı bölümlerinde Yunanistan’ın da mutabakatı sağlanarak elde edilmiştir…
O dönemde Türkiye ile çok tartışmalarımız olmuş, ama farklılıklar diyalogla çözülmüştür. Türkiye’nin başka bir çizgiye savrulması söz konusu olmamıştır.
Sayın Cumhurbaşkanı seçimde aldığı oyu bugünkü siyasetinin halk tarafından desteklendiğinin kanıtı olarak algılıyor. Kıbrıs Türk halkının çözümden yana olduğu bilinen bir gerçek olmakla birlikte Cumhurbaşkanının görevi bunu başarmak, başka etkenler nedeniyle başaramasa da çözümün önündeki engelleri kaldırmaktır. Aldığı oylar bunun içindir. Hepimiz bunun için destek olduk…
Cumhurbaşkanının görevi tek başına hedefler belirleyerek tüm toplumu duvara toslatmak olamaz. Buna hiçbir hakkı yoktur.
Kıbrıslı Türkler çözüm istiyor, barış istiyor. Bugün için federal çözümden başka bir alternatif gerçekten yoktur. Tarafları ikna etmek ise Cumhurbaşkanı’nın görevidir. Ben bunu bilir bunu söylerim.
Son söz olarak da şunu eklemek isterim: Sayın Akıncı’nın “Kıbrıslı Türkler olarak sığınacak tek liman var o da Türkiye'dir” ifadesi doğru ise Türkiye -halkı ve yetkilileri- ve Kıbrıs sorunundaki duruşumuzu duyurmak ve çözümünde olumlu katkılarını istemek zorunda olduğumuz dünya ülkeleri ile onurlu dostluklar kurmak ve bu kültürü geliştirmek başlıca görevimiz olmalıdır. Hem kişisel hem de ülkeler arası dostluklar ise ancak diplomasi ve iyi iletişimle sağlanır.
Lütfen geçici çıkarlar için iç barışımızı bozmamaya dikkat edelim, dışa dönük yüzümüzü karartmayalım. İlerlemek için eleştirelim, özeleştiri yapalım, önerilerde bulunalım ve fikirlerimizi söylemekten çekinmeden aynı yolu yürüyenler olarak dostluklarımızı kaybetmeyelim. Özellikle siyaset alanında siyasi küskünlükler, alınmalar ve geriye dönüşü olmayan sözler sarf etmenin gereksizliğini hep hatırlayalım. Makamlar geçici görev yerleridir. Bunun bilinci ile görev yaparken kırıcı olmamaya gayret gösterelim.
Unutmayalım ki gün gelir birbirimize yeniden ihtiyaç duyarız…