Ali DAYIOĞLU
Yrd. Doç. Dr., Yakın Doğu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü (dayioglu@kktc.net)
Giriş
28 Temmuz erken genel seçimlerinin ardından Kıbrıs sorununun yeniden gündemin ilk sıralarına yerleştiği görülmektedir. Mart 2012’den sonra kesintiye uğrayan toplumlararası görüşmelerin Ekim ayında yeniden başlayabileceğinden söz edilmesinin yanı sıra, müzakerelerin hangi seviyede yürütülmesi gerektiğinden, Maraş konusunun hangi bağlamda ele alınması gerektiğine kadar bir dizi konu tartışılmaya başlanmıştır. Kıbrıs sorunu, ayrıca, hükümet kurma çalışmalarında partiler arasında sürdürülen görüşmelerde de önemli bir yer tutmuş, CTP-BG ile DP-UG arasında geçen hafta yapılan görüşmelerin tıkanmasına neden olan konuların başında gelmiştir.
Bu gelişmeler olurken, Kıbrıs sorununun ana aktörlerinin politikalarında fazla bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, iki toplumun dışarıdan müdahale ve takvim baskısı olmadan Birleşmiş Milletler (BM) parametreleri ve Avrupa Birliği (AB) müktesebatı temelinde görüşerek soruna çözüm bulmaları gerektiğinden bahsetmektedirler. Buna karşılık Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye ise, BM çerçevesinde bir çözüm bulunması, AB’nin meseleye müdahil olmaması, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıslı Türklerle Rumların katılacakları dörtlü veya bu taraflara ilaveten diğer garantör devlet Britanya’nın yer alacağı beşli konferansın düzenlenmesi ve görüşmelerin bir takvim dayatması olmaksızın yürütülmesi gerektiğini savunmaktadırlar.
Bununla birlikte Türkiye ve KKTC yetkilileri, Mart 2012’den günümüze kadar yaptıkları çeşitli açıklamalarda, Kıbrıs sorununa çözüm bulunamaması halinde KKTC’nin Türkiye’ye ilhakını veya bağımsız devlet olarak tanınmasının sağlanmasını alternatif seçenekler arasında saymışlardır. Örneğin, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış resmî bir ziyaret için Mart 2012’de gittiği Londra’da şunları söylemiştir: “Kıbrıs’ta çözüm için her opsiyon masada. Çözüm, iki liderin uzlaşması ve toplumlarına kabul ettirdikleri bir birleşme formülü ile olabileceği gibi, iki liderin uzlaşarak ayrılıp 2 ayrı devlet şeklinde ya da KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması da mümkün olabilir. Bütün bu opsiyonlar masadadır ama ümit ediyoruz ki, (gönlümüzden geçen de budur), Kıbrıs’taki iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi ve iki kurucu devletin oluşturacağı bir yapı ile iki tarafın da huzur içinde yaşaması güvence altına alınsın.” (Eylem Eraydın, “Türkiye’ye Bağlanabilir”, http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/2/news/135123/PageName/Ic_Haberler, 17.08.2013).
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Mart 2013’te yaptığı açıklamada, Kıbrıs için 1960’larda düzenlenen mitinglerde atılan “Ya Taksim, Ya Ölüm” sloganını anımsatmış ve “2013’te ya taksim, ya çözüm” olacağını söylemiştir (Davutoğlu: “2013’te Ya Taksim Ya Çözüm”, Yenidüzen, 29 Mart 2013).
Bir başka açıklama bu kez KKTC’den gelmiştir. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun Özel Temsilcisi Osman Ertuğ 28 Temmuz 2013’te yaptığı açıklamada, Türk ve İslam dünyasından daha fazla destek beklediklerini belirterek şunları söylemiştir. “Bizi tanırlarsa reddetmeyiz, çok önemli bir adım olur. Kapsamlı çözüm müzakereleri yürüttüğümüz için [tanınma konusunda] yoğun bir kampanya içine girmedik. Bu yönde bir kampanya başlatmanın karşı tarafça istismar edileceğini biliyoruz ama bu durum sürüp gidemez. Bizim tanınmamız bir haktır, her ülke tanınmayı ister. 1983’te ismimizi koyduk, tabii ki tanınma istiyoruz”. Ertuğ, Rum tarafının müzakerelerde zamana oynamaya devam etmesi halinde tavır değişikliğine giderek KKTC’nin uluslararası camia içinde hak ettiği yeri alması için her türlü çabayı göstereceklerini belirtmiştir (“İslam Ülkeleri Bizi Tanırsa Reddetmeyiz”, Havadis, 29 Temmuz 2013).
Özellikle Türkiye kanadından gelen açıklamaların Kıbrıs Rum tarafını görüşme masasına çekmek ve Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Rum tarafına baskı uygulamak amacıyla yapıldığı açık olsa da, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta kayda değer bir kesimin uluslararası alanda tanınmış KKTC fikrini desteklediği bilinmektedir. Bu noktada, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasının mümkün olup olamayacağını uluslararası hukuk çerçevesinde ve uluslararası aktörler açısından tartışmak yerinde olacaktır.
Uluslararası Hukukta Self-determinasyon Hakkı ve Bu Hakkın Kullanılmasının Koşulları
Self-determinasyon ilkesi üç temel hakkı içermektedir. Bunlardan birincisi, herhangi bir dış baskı olmadan ülke içerisinde siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sistemini seçebilme, ikincisi, sömürgelerin bağımsızlık, üçüncüsü de mevcut bir bağımsız devletten ayrılma hakkıdır. Konumuzla esas ilgili olan, ayrılma hakkı anlamında self-determinasyondur.
Eski sömürgeler bağımsızlıklarını elde ettikten sonra, bağımsızlık hakkının bu ülkeler içerisinde yer alan ve sömürgecilik döneminden miras olarak devralınan azınlık grupları tarafından da kullanılıp kullanılamayacağı BM bünyesinde ciddi bir tartışma başlatmıştır. Konuyu gündemine alan BM Genel Kurulu, 14.12.1960 tarih ve 1514 (XV) sayılı kararıyla kabul ettiği “Sömürge Yönetimi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildirge” ile konuyla ilgili ilkeleri saptamaya çalışmıştır. Bu çerçevede Genel Kurul, yalnızca halkların self-determinasyon hakkı olduğunu, bu halkın bir mekânın tüm halkını oluşturduğunu, söz konusu halkın self-determinasyon hakkını bağımsızlığa ulaşarak kullanabileceğini, ondan sonraki ayrılma taleplerinin self-determinasyon hakkına girmediğini belirtmiştir. Dolayısıyla, self-determinasyon hakkı sömürge halklarıyla ilgili bir hak olup, bu halklar içerisindeki azınlıklar yeni oluşan devletlerin toprak bütünlüğünü ortadan kaldıracak şekilde ayrılma hakkına sahip değildirler. Bu düşüncenin gerisinde, azınlık gruplarına da bu hakkın verilmiş olması halinde ortaya belki de binleri bulabilecek yeni devletlerin çıkabileceği, bunun da uluslararası ilişkilerde ciddi bir kargaşaya neden olabileceği endişesi yatmaktadır. Dolayısıyla, “ülkelerin toprak bütünlüğü” ve “ulusal birlik” ilkeleri, uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerdeki ana prensipler olarak kabul edilmiştir.
Bununla birlikte, self-determinasyon ilkesinin mevcut bir bağımsız devletten ayrılma hakkı anlamında yorumlanabileceğine ilişkin iki önemli istisna söz konusudur. Bunlardan birincisi, BM Genel Kurulunun 15.12.1960 tarih ve 1541 (XV) sayılı kararıyla gündeme gelmiştir. Kararda yer alan düzenlemelerden hareketle, ayrılmayı talep eden toprak parçasının ayrılmak istenilen ülkeden coğrafi bakımdan kopuk olması ve bu ikisinin etnik, kültürel vs. bakımlardan ciddi farklılıklar taşıması halinde ayrılma hakkının kullanılabileceği yorumu yapılmıştır.
İkinci istisnayı, BM Genel Kurulunun 1970 tarih ve 2625 (XXV) sayılı “BM Antlaşmasına Uygun Olarak Devletler Arasında İşbirliğine ve Dostça İlişkilere İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirisi” ile 25.06.1993 tarih ve A/CONF. 157/24 sayılı İnsan Hakları Dünya Konferansında kabul edilen Viyana Bildirisi ve Eylem Programında yer alan düzenleme oluşturmaktadır. Söz konusu düzenlemede, hiçbir ayrım yapmadan toplumun tümünü temsil eden bir hükümete sahip devletlerde self-determinasyon ilkesinden yararlanılamayacağı belirtilmiştir. Tersine (a contrario) bir yorumla, toplumun tümünün temsil edilmediği devletlerde, ayrımcılığa uğrayan ve hakları sistematik şekilde ihlâl edilen kesimlerin ayrılma hakkı anlamında self-determinasyon ilkesini kullanabilecekleri ifade edilmektedir.
BM Genel Kurul kararları ile Viyana Bildirisi ve Eylem Programından hareketle, bu belgelerde belirtilen koşulların bir araya gelmesi hâlinde, ayrılma hakkının genel olarak kabul gördüğü veya en azından fazla itirazla karşılaşmadığı belirtilmektedir. Bunun anlamı, ayrılma hakkının kabul edilebilmesi için yukarıda belirtilen koşulların genel kabul görmeye, dolayısıyla yapılageliş kuralı niteliği kazanmaya başladıklarıdır. Bu önemlidir, çünkü, BM Genel Kurul kararları ile İnsan Hakları Dünya Konferansı gibi konferanslarda kabul edilen bildirgelerin hukuki bağlayıcılıkları yoktur. Yalnızca BM Güvenlik Konseyi kararları hukuksal açıdan bağlayıcıdır. BM Genel Kurul kararları ile uluslararası hukuk konferanslarında kabul edilen bildirgelerin hukuki sonuç doğurmaları, yapılageliş (örf-adet) niteliği kazanmaları hâlinde söz konusu olabilmektedir. Buna karşılılık kimi yazarlar, ayrılma hakkının kullanılmasının ölçütleri arasında sayılan demokratik temsiliyet meselesinin tartışmalı bir ölçüt olup, uygulanan uluslararası hukuk tarafından teyit edilmediğine dikkat çekmektedirler (Buraya kadar aktarılan bilgiler için bkz. Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. B., Ankara, İmaj Yayınevi, 2001, s. 108-117; Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, C. II, 5., B., Ankara, Turhan Kitabevi, 1998, s. 8-12).
Meseleye KKTC açısından bakıldığında ve ayrılma hakkının kabul edilebilmesi için yukarıda bahsedilen koşullar göz önünde bulundurulduğunda, şartlarda köklü değişiklikler olmadıkça, KKTC’nin tanınmasının mümkün olamayacağı görülmektedir. Uluslararası topluluk, self-determinasyon hakkının tüm Kıbrıslılar tarafından 1960’ta kullanıldığı, tarafların rızasıyla bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulduğu, bu hakkın adada ikinci kez kullanılmasının söz konusu olamayacağı, buna izin verilmesi halinde dünyadaki bağımsızlık taleplerinin önüne geçilemeyeceği, bunun da uluslararası ilişkilerde kaosa yol açacağı görüşündedir. Bununla birlikte, Kıbrıs Cumhuriyetinin iki kurucu unsurunun da ayrılmayı kabul etmeleri halinde, uluslararası topluluğun bu duruma karşı çıkmayacağını söylemek mümkündür. Ama en azından şimdilik, böyle bir durum söz konusu değildir.
Durum bu iken, Kıbrıs Türk tarafı, 1963’ten sonra Kıbrıs Cumhuriyetinin toplumun tümünü temsil etmediği ve devlete hâkim olan Rumların Kıbrıslı Türklere ayrımcılık uygulayarak haklarını sistematik şekilde ihlâl ettiği görüşünden hareketle Kıbrıs Cumhuriyetinden ayrılarak ayrı devlet kurma yoluna gitmiştir. Daha önce de değinildiği gibi, bu durum ayrılmanın meşru koşullarından birini oluşturmakla ve Güney Kıbrıs’la etnik, dilsel ve dinsel açılardan ciddi farklılıklar bulunmakla birlikte, Güney ve Kuzey Kıbrıs arasında teritoryal bir kesinti söz konusu değildir. Dolayısıyla, ayrılmanın geçerli olabilmesi için gerekli koşulların tümü gerçekleşmemiştir.
Bu noktada Kosova’nın bağımsızlığı tanınırken aynı durumun niye KKTC açısından geçerli olmadığı sorgulanabilir. Geçmişte Sırbistan’ın özerk bir bölgesi olan Kosova ile Sırbistan arasında da teritoryal bir kesinti bulunmamaktadır. Üstelik bağımsızlık öncesinde Kosovalı Arnavutlar azınlık statüsündeydiler. Azınlıkların ayrılma hakkına sahip olmadıkları hususu göz önünde bulundurulduğunda, bu nedenden dolayı da Kosova’nın bağımsızlığının tanınmaması gerekmektedir. Buna karşılık, iki toplumluluk esasına dayanan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Cumhuriyetinin iki kurucu unsurundan birini oluşturmaktadır. Bundan dolayı, Kosovalı Arnavutlara göre Kıbrıslı Türklerin “daha güçlü” bir statüye sahip oldukları görülmektedir. Bununla birlikte KKTC örneğini Kosova örneğinden ayıran, dolayısıyla da Kosova’nın tanınmasına yol açan dört önemli olgu söz konusudur. Birincisi, Kosova’nın tanınmaması yönünde çağrıda bulunan herhangi bir BM Güvenlik Konseyi kararının bulunmamasıdır. Buna karşılık, KKTC için bu yönde 1983’te kabul edilmiş 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararları mevcuttur. BM Güvenlik Konseyi kararlarının hukuksal bağlayıcılıklarının bulunduğu göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu kararların önemi anlaşılacaktır.
İkincisi, Kosova’yla ilgili 1999 tarih ve 1244 sayılı Güvenlik Konseyi kararının Kosova’da geçici bir rejim yaratmayı amaçlamasına karşılık, Güvenlik Konseyinin Kıbrıs’la ilgili kararlarının böyle bir rejim yaratmakla değil, Kıbrıs’ta bulunacak nihai çözümün açıkça belirlenmiş parametreleriyle ilgili olmasıdır. Kıbrıs’la ilgili çeşitli kararlarında Güvenlik Konseyi (örneğin 1999 tarih ve 1251 sayılı karar), Kıbrıs’taki çözümün, “tek egemenliğe, tek uluslararası kimliğe ve tek vatandaşlığa dayalı, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü güvence altında olan federal bir Kıbrıs devleti temelinde” olması ve ayrılmanın engellenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Üçüncüsü, 15 Kasım 1983’te KKTC’nin ilan edilmesiyle Kıbrıs Cumhuriyetinden ayrılma ve bağımsız devlet kurma anlamında ortaya konulan self-determinasyon iradesinin 24 Nisan 2004 referandumuyla adanın birleşmesi tercihine dönüşmesidir. Üstelik, bu iradenin % 65’lik bir oyla temsil edilmesi çok net bir tercihi yansıtmaktadır. Zaten, asıl bu nedenle Birinci Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş “evet”e karşı çıkmıştır.
Dördüncüsü, Kosova sorununun geçmişte uluslararası kriz yaratmış olmasıdır. Öylesine ki, Kosova sorununun patlak vermesinin ardından birçok devletin karşı karşıya gelmesiyle yeni bir Balkan, Avrupa, hatta dünya savaşı çıkacağından söz edilmiştir. Oysa Kıbrıs sorununda böylesine geniş ölçekli bir kriz yaşanmamış, mesele daha çok Türkiye-Yunanistan gerginliğiyle sınırlı kalmıştır.
Uluslararası Aktörler Açısından Durum
Özellikle Kosova örneğini ele aldığımızda, tanınma gibi siyasi yönü ağır basan bir meseleyi yalnızca uluslararası hukukla açıklamak mümkün değildir. Konuyu uluslararası aktörler açısından da değerlendirmek gerekmektedir. Öncelikle meselenin baş aktörlerinden olan Türkiye ele alındığında, KKTC’nin tanınmasının Türkiye’ye ek bir fayda sağlamayacağını, hatta zarar vereceğini söylemek mümkündür. Bilindiği üzere Türkiye, bugün KKTC’de istediği politikaları uygulayabilmekte, nerdeyse her istediğini yaptırabilmektedir. KKTC’yi tanıtma gibi bir girişimde bulunması halinde, “ayrılıkçılık” sorunu yaşayan birçok devleti karşısına alacak, ABD gibi bir süper gücün tepkisini çekecek, zaten sorunlu olan Türkiye-AB ilişkileri daha da bozulacaktır. Bir Orta Büyüklükte Devlet olan Türkiye’nin KKTC’nin tanınması gibi uluslararası hukuk ile politikayı derinden etkileyecek bir kararı hegemon güçlere benimsetmesinin zor bir olasılık olduğu ortadadır. Diğer yandan, 2010’dan sonra gerek iç, gerekse dış politikadaki uygulamaları nedeniyle Türkiye’nin uluslararası arenada prestij kaybettiğini de hatırlatmakta fayda vardır. İçte Türkiye’nin insan hakları karnesi giderek zayıflarken, dışta 2010’a kadar “Komşu ülkelerle sıfır sorun” siyasetini başarıyla uygulayan Türkiye, bugün nerdeyse tüm çevresiyle kavgalı duruma gelmiştir. Bu durum, Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun Özel Temsilcisi Osman Ertuğ’un beklentisinin aksine, İslam dünyasının KKTC’yi tanımasını daha da güçleştirmektedir. Zaten hegemon devletlerin etkisinde bulunan bu ülkelerden tanınma beklemenin temenniden öteye geçemeyeceğini söylemek gerekmektedir.
Konuya Türkî devletler açısından bakıldığında, Rusya’nın arka bahçesi olan bu devletlerin Rusya’ya rağmen bir karar almaları çok zordur. Suriye meselesi yüzünden Türkiye-Rusya ilişkilerinde gerginlik yaşanması, üstelik Rusya ile Kıbrıslı Rumların iyi ilişkiler içerisinde bulunmaları, Rusya’nın tanınmayı engellemeye devam edeceğini göstermektedir. Zaten Rusya’nın tanınmadan elde edeceği bir çıkarı da yoktur. KKTC’nin tanınmasının Abhazya meselesini olumlu yönde etkileyeceği iddia edilse bile, tanınma konusunun, bünyesinde çok sayıda etnik unsur barındıran Rusya Federasyonu açısından fayda mı, yoksa zarar mı getireceği tartışmalıdır. Durum buyken, Türkiye’nin bağımsız KKTC fikrini benimsetmesi mümkün görünmemektedir. Zaten, yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye de bunu gerçekten istememekte, bu meseleyi bir koz olarak kullanmayı tercih etmektedir.
Bir diğer önemli uluslararası aktör ABD’ye gelince, Kosova’nın tanınmasını sağlayan ABD’nin Kosova’yla çıkarı, bu ülke üzerinden bölgeyi ve Rusya’yı denetlemektir. KKTC açısından ise böyle bir çıkarı yoktur. Zaten Kıbrıs’taki İngiliz üsleri vasıtasıyla “küçük kardeşi” Britanya’ya istediğini yaptırma kapasitesine sahiptir. Ayrıca, Kıbrıs çevresinde ABD’nin çok sayıda askerî üssü bulunmaktadır. ABD’nin KKTC’yi tanıması, NATO ve Avrupa içerisinde büyük bir karmaşaya neden olacaktır ki, bu da ABD’nin hiç istemeyeceği bir gelişmedir. Ayrıca Rusya ve Çin gibi diğer büyük güçleri karşısına almak istemeyecektir. ABD’deki güçlü Rum lobisi de böyle bir gelişmeyi engelleyebilmek için elinde geleni yapacaktır. Başta AB olmak üzere diğer uluslararası aktörlerin ise, ayrılıkçı hareketler gibi yeni “dertlerle” karşılaşmamak için meseleye soğuk baktıklarını ve koşullarda köklü değişiklikler olmadıkça bakmaya da devam edebileceklerini söylemek mümkündür.
Sonuç
Tüm bu etkenler göz önünde bulundurulduğunda, Kıbrıs’ta yeniden başlayacak müzakereler arifesinde yapılması gereken, 1977-1979 Doruk Anlaşmalarından bugüne iki toplumlu, iki kesimli bir federasyon temeli üzerinde yürütülen görüşmeleri bu doğrultuda sürdürmektir. Hatta müzakerelerin, Mehmet Ali Talat ile Dimitris Hristofyas’ın 21 Mart, 23 Mayıs, 1 ve 25 Temmuz 2008 tarihli görüşmelerde mutabık kalmış oldukları parametreler üzerinden yürütülmesi, gerçekleşmesi ve uluslararası topluluk tarafından kabul edilmesi tek mümkün model olarak görünen Federal Kıbrıs’a daha kolay ve hızlı bir şekilde ulaşılmasını sağlayacaktır. Söz konusu parametreler şunlardır: 1) İki kesimlilik; 2) İki toplumluluk; 3) Siyasi eşitlik; 4) Tek uluslararası kimlik; 5) Eşit statüye sahip iki kurucu devlet; 6) Tek egemenlik ve vatandaşlık; 7) Bulunacak kapsamlı çözümün iki toplumda ayrı ayrı ve eşzamanlı referandumlara sunulması (Tufan Erhürman, 100 Soruda Kıbrıs’ta Federasyon, Lefkoşa, Işık Kitabevi Yayınları, 2009, s. 15-16). Dolayısıyla, Kıbrıs Türk tarafının tüm enerjisini bu modelin hayata geçmesi için harcaması, masadan kaçan taraf olmaması ve 2004’te olduğu gibi “bir adım önde olma siyasetini” yeniden hayata geçirmesi, Kıbrıs sorununun çözümüne özellikle Kıbrıslı Türklerin ihtiyaç duyduğu gerçeğinden hareketle, büyük önem taşımaktadır.