İstanbul ziyaretlerimden birindeydi, dönüş günü havaalanına gitmek üzere otelden ayrılırken, aynı yöne gidecek birkaç kişi daha olduğundan birlikte taksi tutarak yola koyulduktu. İstanbul’un trafiği malûm, çok sürmedi yol kitlendi, dura kalka ilerlemeye başladık. Sonra genelde olan oldu, otuzlu yaşlarında şoför hararetli bir biçimde konuşmaya başladı; önce trafikten dert yandı, İstanbul’da taksicilik yapmanın ömür törpüsü olduğunu söyledi. Devamında, ülkenin genel ahvaliydi, siyasetti derken o ana kadar suskun duran bizlere döndü, “abi memleket nere, ne iş yapıyorsunuz” diyerek sohbete katılmamızı adeta zorladı. Doğrusu ya yol uzayıp sohbet yoğunlaştıkça, genç şoförün -bu arada açık öğretimi bitirdiğini, esas işinin muhasebecilik olduğunu, şoförlüğü ek iş olarak yaptığını da öğrendik- kurusıkı atmaktan ziyade kendince aklı başında, duyarlı, tutarlı biri olduğu özellikle sorduğu sorulardan belli oluyordu. Ama asıl bombayı, taşıdığı yolculardan birisinin emekli tarih öğretmeni olduğunu öğrenince patlattı ve o keskin soruyu, öncelikli muhatabı tarih hocası olsa da, küt diye aramıza bırakıverdi: “Tarih ne kadar gerçek, ne kadar kurgu hocam?” Sormakta haksız mıydı? Geçmiş bilgisi olarak öğrendiğimiz, sahiplendiğimiz ve bir bilinç olarak içselleştirdiğimiz tarih ve de tarihyazımı hakkında bu minval üzere çokça yazılıp çizildiği apaçık ortada.
Örneğin Bülent Somay ‘Tarihin Bilinçdışı’ (Metis Yayınları) kitabında bir ayrımda bulunarak, “somut” ile “zihinsel somut”un birbirinden farklı şeyler olduklarından söz eder ve devamında “somut”u ‘tarih’le, “zihinsel somut”u da “yazılmış, kurulmuş tarih”le özdeşleştirerek, onların arasında da her daim bir fark olduğuna vurgu yapar. Dediği şudur: “Somut (“tarih”) kendi başına bilinebilir değildir. Onu ancak tek tek veçheleriyle tanıyabiliriz; ancak hiçbir veçhe, ‘somut’un kendisi olamaz. Üstelik kimi veçheler, ‘somut’ hakkında tamamen başka, yanıltıcı bir fikir de verebilir.”
Anlaşılır olması bakımından biraz daha açacak olursak, bizim dışımızda ‘somut’ olarak bin bir veçhesiyle mevcut olan şey (kendinde gerçek), bizim zihnimizden, algı dünyamızdan geçerken, orada kendisi olarak değil, zihnimizin müdahalesi nedeniyle dönüşüme uğrayarak ‘zihinsel somut’ (kendimiz için gerçek) halini alır. Burada dikkat çekici olan “somut’un sonsuz veçhesinin” olmasıdır ve eğer bu sonsuz sayıdaki çeşitliliğin “zihinsel somut”la özdeş kılınması isteniyorsa, bu da o ‘somut’un zihin tarafından ancak bütün o veçheleriyle -çeşitliliğiyle- içerilmesi durumunda gerçekleşebilir ki, sonsuz sayıdaki veçheyi tek bir yerde toplamak mümkün olamayacağına göre son kertede zihin, o sonsuz sayıdaki veçheler -çeşitlilik- karşısında seçici davranır. Bu seçiciliği belirleyen ise seçimi yapan zihnin neyi temel aldığı, hangi saiklerle hareket ettiği ve neyi hedeflediğidir. (Siyasal/ideolojik-toplumsal-kültürel kapsamıyla bütün bir zihniyet)
Bu durum ise bir başka gerçeği daha açığa çıkarmaktadır ki o da şudur: Zihin geçmişe, o geçmişte yaşananlara yönelik olarak seçici davranırken, aynı zamanda seçici bir unutkanlık da sergilemektedir. Yani istediğini hatırlamakta, istemediğini ise unutmaktadır. Bu kadar da değil, hatırlayıp seçtiğini de istediği gibi hatırlamakta, yani onu tahrif etmektedir. Eğer bütün bunlar doğruysa, o zaman Somay’ın yaptığı bu çıkarsama da ayrıca önem kazanmaktadır: “Tarihyazımı, hiçbir zaman Tarih ile özdeş olmayacaktır; ancak farklı tarihyazımlarının birlikteliği, bakışması, bize zihinsel somut bir tasarım olarak ‘tarih’i kurmamızda yardımcı olabilir.”
Burada göz ardı edilmemesi gereken bir diğer husus ise şudur: “Çok tasarımlı, çok kuruluşlu, çok yazımlı bir ‘somut’u ( ‘tarih’i), tek zihinde içermeye çalışmak, öteki öznellikleri yalnızca kabul etmeyi değil, içermeyi de gerektirir.” Yani ‘somut’un (‘tarih’in) veçhe zenginliğiyle mücehhez olan çoklu hali, ‘zihinsel somut’a (‘tarihyazımı’na) dönüşürken o zihnin kendine özgülüğüyle -inanç, ideoloji, düşünce, siyasal-kültürel tercih vb. benzeri bileşenlerinden oluşan, onun dünyasını oluşturan kendine özgülülüğüyle- bütünleşen bir anlam kazanırsa; bunun o zihniyet dünyası ile sınırlı bir ‘tarih’ anlayışı ve ‘tarihyazımı’ olduğunu kabul etmek gerekecektir, bir; ve aynı şekilde farklı öznelliklerin (yani farklı ‘zihniyet dünyaları’nın) oluşturduğu farklı ‘tarihyazımları’ olabileceğini de kabul etmek gerekecektir, iki. Bu gerçeklik kabul edildiği zaman, eğer bu zihniyet dünyalarından bir tanesi kendi ‘tarih’ anlayışını ve ‘tarihyazımını’nı hâkim kılmak ister, tek doğru ve tek geçerli olanın kendi ‘tarih anlayışı’ ve ‘tarihyazımı’ olduğunda ısrarcı olursa, bu durumda diğer anlayışları kendi bütünlüğünde içermeye, onları kendine tabi kılmaya çalışır ki bu da onun kaçınılmaz bir biçimde “monolitik, otoriter bir yapı” halini almasını gündeme getirecektir, bu da üç.
Örnek mi? ‘Resmi Tarih’ dediğimiz ve buradan hareketle oluş(turul)an ‘tarih bilinci’ işte tam da böyle bir mahiyet arz etmektedir. Özellikle uluslaşma ve ulus devletleşme sürecinin hız kazandığı 19.ncu yüzyıl itibarıyla sergilenen‘milli (ulusal) tarih’ anlayışı kendisini kendi hedefi, haklılığı ve biricikliği doğrultusunda inşa ederken; farklı, ‘öteki’ olanı ya dışlayan ve çatışma unsuru haline dönüştürerek düşmanlaştıran ya da kendi içinde asimile ederek yok etme, geçersiz kılma yolunu seçen bir yaklaşım içine girmektedir. Buradan bakıldığı zaman ‘resmi tarih’ olarak nitelendirilen bu baskıcı, hâkimiyetçi tarih anlayışıyla, buna karşı çıkan ve farklı olanı temsil eden ‘alternatif tarih’ anlayışı arasında sürüp gitmekte olan tartışmaların arkasında yer alan gerekçelerin ne olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Eğer böyleyse, yani farklı ‘tarih’ler ve ‘tarihyazımları’ söz konusuysa, bu durumda hangi ‘tarih’in, ‘tarih anlayışı’nın (ya da ‘tarihyazımını’nın) doğru ya da haklı olduğu hükmüne varmadan önce; ‘somut’ (tarih) olanın, ‘zihinsel somut’a (tarihyazımı’na) dönüşürken, burada belirleyici olanın ‘öznellik’ olduğu, yani o tarihin belirli bir zihniyet dünyasının ifadesi olduğu tespitinin kabul edilmesi gerektiğidir. Böyle olunca da, bir öznelliğin (zihniyet dünyasının) geçmişi kendince anlamlandırması, bilgi ve bilince dönüştürmesi ne kadar doğru ve geçerli ise, bir diğer öznelliğin (bir başka zihniyet dünyasının) geçmişi kendince anlamlandırması, bilgi ve bilince dönüştürmesinin de potansiyel olarak o kadar doğru ve geçerli olabileceğidir. Ya da tersten söyleyecek olursak; bir öznelliğin (zihniyet dünyasının) geçmişi kendince anlamlandırması, bilgi ve bilince dönüştürmesi ne kadar kurgusalsa, bir başka öznelliğin (zihniyet dünyasının) geçmişi kendince anlamlandırması, bilgi ve bilince dönüştürmesi de potansiyel olarak o kadar kurgusaldır.
Öyledir, çünkü tarih haline dönüştürülecek olan geçmişte mevcut sonsuz sayıdaki veçheler içinden meşrebe göre seçim yapılmakta, yani seçici davranılmaktadır; keza aynı anda seçici bir unutkanlık sergilenmektedir; seçilenler seçildikleri zihinler tarafından dönüşüme uğratılmakta, bir bakıma tahrif edilmekte, haliyle sonuç olarak yeniden anlamlandırılmakta, başka bir ifadeyle geçmiş kurgusal temelde yeniden inşa edilmektedir.- Ancak böyle olması, yani birbirinden farklı ‘tarih’lerin ve ‘tarih anlayışları’nın (tarihyazımları’nın) aynı anda doğru, haklı ve geçerli olabilecekleri -ya da olmayacakları- gerçeği, yine de son kertede hangi ‘tarih’ ve ‘tarih anlayışı’ndan (tarihyazımı’ndan) yana tavır alınması gerektiği konusunda bir karara varamaya engel olmamak gerekmektedir. İyi de ne yapılmalıdır?
Bu konuda farklı anlayışlar ve yaklaşımlar söz konusu olsa da, hangi ‘tarih’ ve ‘tarih anlayışı’ (‘tarihyazımı’) sorusuna doğru ve geçerli bir yanıt aranırken, özen gösterilmesi gereken en önemli husus, geçmişin, bugünün ve geleceğin birlikte gözetilmesi gerektiğidir. Daha açık bir ifadeyle o geçmişin bugünün dünyasının taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde yeniden algılanması ve anlamlandırılması gerektiğidir. Sadece bu da değil; aynı zamanda o geçmişin tek başına sahiplenerek -tek bir zihniyetin ve onun temsil ettiği kesimlerin çıkarlarını gözeterek- değil, farklı olanın, öteki’nin de haklarını gözetecek, insanlığın ortak değerlerinde buluşturacak ve hep birlikte paylaşılabilecek bir mahiyet kazanmasıdır. Ancak bu başarıldığı ve bunun siyasal-toplumsal-kültürel karşılığı da oluştuğu oranda -ki bu bir zihniyet dönüşümüdür- düşmanlaştıran, çatıştıran değil diyaloğa, anlamaya ve uzlaşmaya açık bir ‘tarih’ ve ‘tarih anlayışı’nın (‘tarihyazımı’nın) söz konusu olabileceğini söylemek mümkündür.
Sadece yaşayanlardan değil, ölülerden de çekeceğimiz var diyordu Marx. Bugünün geçmişin yükünü taşıdığı ve bir dehşet tablosu içinde yaşadığımız aşikâr. Eğer şimdilerde çok dillendirildiği üzere hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, yani bu dehşet tablosundan azade bir gelecek ve dünya kurulacaksa, atılacak adımlara yön verecek büyük soru hâlâ geçerli:
Tarih, evet; ama hangi Tarih ve ne kadar gerçek, ne kadar kurgu!?