Tarihi dolabın restoresini HAS-DER yapacak…

Sevgül Uludağ

Ayyanni’den getirilen 103 yıllık dolap, restore ediliyor…

Çok değerli arkadaşımız ve okurumuz Kiriakos Yeorgiu Köfteros’un babasının 1975 yılında Ayyanni’de bularak koruma altına almış olduğu bir Kıbrıslıtürk aileye ait dolabın 17 Temmuz 2021 tarihinde güneyden kuzeye getirilmesi ardından, restorasyon için Halk Sanatları Derneği’ne (HAS-DER) götürüldüğü ve 103 yıllık dolabın restorasyonunun HAS-DER tarafından yapılacağı öğrenildi.

Konuyla ilgili olarak Ayyannililer (Aydın) Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Cemal Dermuş, derneğin sosyal medya sayfasında şöyle yazdı:

“Ruhumla Bedenimin Çelişkisi.!

Yaklaşık bir yıl önce başlamıştı bu hikaye.!

Bu bir elbise dolabının hikayesidir.!

1974’te Ayyanni’de kalan Kıbrıslı bir Türk’e ait bir elbise dolabının hikayesi…

Halil Mustafa ile Fatma Süleyman 1940 yılında evlenip Malunda köyüne yerleşirler.

Ayyanni, Malunda ve çevre Rum köylerinde gelenektir. Ev ile ev eşyalarını yapmak kız tarafına düşer.

1940 yılında evlenen çifte Fatma hanımın annesi tarafından çehiz olarak 1918 yapımı bir dolap verilir.

1953 depreminde Malunda köyünde yaşayan çift, Ayyanni köyüne göç ederken bu dolabı da Ayyanni’de yaşadıkları eve getirirler.

Kader bu ya…

1974 onları yine göç etmeye zorladı. Tüm Kıbrıslılar’ı olduğu gibi.

Halil ile Fatma çifti Zodya’ya göç ederken, Kiriakos’un anne ve babası Dikomo köyünden Ayyanni’ye göç ettiler.

Mecburen…!

Kiriakos’un babası Ayyanni köyüne yerleşirken bir dolap ve bir de çocuk sandalyesi bulur.

Zodya’ya yerleşen Halil ve Fatma çiftinin ne bulduğunu bilmiyoruz ama elbette onlar da Rumlardan kalan bir şeyler bulmuştur.

Yıl 2020…

Bir telefon ile başladı her şey.

Telefonun ucunda Sevgül Uludağ.!

Ayyannili birine ait bir dolap var ve bunu bulan Kiriakos bu dolabı sahiplerine iade etmek istiyor.

ŞOK ŞOK ŞOK.!

Kısa bir araştırma sonunda dolabın sahiplerini bulduk.

Gerekli temaslar sonucunda 17 Temmuz 2021 tarihinde Kambos köyüne gidip dolabı Kiriakos’tan teslim aldık.

Dolabı teslim alırken Kiriakos’tan dolabı bize bağışladığına dair bir yazı istedik.

Kiriakos:

“Benim olmayan bir eşyayı ben size nasıl bağışlayabilirim.?

Ancak gerçek sahiplerine ulaştırmak üzere size teslim edebilirim” diye bir söz söyledi.

CAN DAMARIMDAN VURULDUĞUM ANDI:

Dolap sahibinin torunu Öcal Dallı ile gidip dolabı almamız çok çok özel heyecanları içeriyordu.

 

AYYANNİ’YE GİDİŞ

31 Temmuz 2021 tarihinde Ayyanni’ye gitmeye karar vermiştim.

Neticede 2 yıl olmuştu gitmeyeli ve çok özlemiştim.

Kiriakos’a da gideceğimi haber verdim.

O da kızkardeşi ile birlikte geldi Ayyanni’ye

Ayyanni’de ilk yerleştikleri ev Raik Ahmet Gavani’nin eviydi.

Çok güzel muhabbetlerimiz oldu. Güzel paylaşımlarımız oldu.

Defalarca gittiğim Ayyanni’ye bu defa Pervin Dağaşan ile birlikte gittim.

İlk kez bu kadar duygusallaştım.

Neden mi?

Pervin Dağaşan dedi ki…

“NE BÜYÜK ACI.!

DOĞDUĞUMUZ KÖYÜMÜZE BİZ SADECE ZİYARETÇİ OLARAK GELEBİLİYORUZ…”

İşte o an ruhumla bedenimin savaşımını en derinden hissettiğim an oldu.

Hele köyde rastladığım bir AYYANNİLİ’nin “ABİ GELDİK İŞTE ATA TOPRAKLARIMIZI ZİYARET EDELİM ve BABAMIZIN MEZARINA BU TOPRAKLARIN SUYUNDAN ve TOPRAĞINDAN GÖTÜRELİM” DEYİŞİ, RUHUMLA BEDENİMİN SAVAŞIMINI DAHA ARTIRDI.

EN AZ 20 KEZ GİTTİĞİM AYYANNİ’den İLK DEFA ATALARIMIN EVLERİNİN KALINTILARINDAN TAŞLAR ALIP GETİRDİĞİM İÇİN MUTLUYUM.

LAKİN ÇOK ÇOK DA ÜZGÜNÜM...

Bizim için manevi değeri çok yüksek derecede olan dolabın restorasyonu için, dolabı bugün (2 Ağustos 2021) Has-Der’e teslim ettik.

Kani Kanol bey ve restorasyon sorumlusu Hasan Çağlıoğlu Bey’e katkıları için teşekkür ederiz.

Umarım yaratmaya çalıştığımız Ayyanni Kültür Evi’nde bu tür objeleri sergilemek ve Ayyanni kültürünü gelecek kuşaklara taşımak bizlere nasip olur….”

 


BASINDAN GÜNCEL…

Lefkoşa’nın Kanlıderesi ve “Süt Babam”

 

Hasan KAHVECİOĞLU

Adı üstünde; Kanlıdere…

Kıbrıs’ta savaşların, katliamların; en eski, yakından, bire bir tanığı…

Su yerine çoğu zaman kan aktı bu dereden…

Templar Şövalyeleri, katlettikleri Kıbrıslıların kanlarını bu dereye akıttılar…

Osmanlı Lefkoşa’yı alırken, Venediklilerin kanları da bu dereden akıp gitti Mesarya’ya…

1963’lerde Kumsal katliamında Rum milisler az mı kan akıttı bu dereye…

Lefkoşa’nın “gerdanlığı” olması gereken bu güzelim doğal miras, bu kenti ikiye ayıran doğal sınır oldu yıllar boyunca…

Bir tarafında Rumlar, bir tarafında Türkler…

İşte bunca kana bulanmış bu “kanlıdere”nin, yakın tarihimizde bir “insanlık, minnet, sevgi, merhamet” öyküsüne tanıklık ettiği gün ışığına çıktı…

Ve bu tanıklık, harika bir “belgesel drama”ya dönüştü…

Tarihi boyunca hep kan akan bu topraklarda, özellikle ölümün kol gezdiği çatışma günlerinde, eminim ki çok gizli kalmış “insanlık” öyküleri yaşanmıştır…

Kıbrıslı Yönetmen Cemal Yıldırım; bunlardan birini perdeye taşıdı…

Filmin adı: Süt Babam…

1974 Temmuzunda, Türk askerleri Beşparmakların eteklerine inerken, Lefkoşa’da “Kanlıdere”nin iki tarafında Türkler ve Rumlar, birbirine mermi yağdırıyor…

Mehmet (Kılıç) Hulusi, Rum tarafını gören yüksek apartmanların birinin tepesinde “mücahit” olarak görev yapıyor…

Günlerden beridir mevzidedir… Birçok arkadaşı gibi, her an bir havan topu mermisine hedef olabilir… Ama onun aklında sadece bir tek düşünce vardır: Üç ay önce doğan kızı Birgül...

Kesif çatışmaların hafiflediği bir anda, kasaba içinde sığınak olarak kullanılan bodrum katında saklanan eşini ve kızını ziyaret eder…

Bakar ki; bebek Birgül’ün sütü yoktur ve çelimsiz durumdadır. Annesi ise çaresizdir ve yapabileceği hiçbir şey yoktur…

Birgül, Lefkoşa’nın Rum tarafında bir Rum doktorun kliniğinde doğmuş, kalp rahatsızlığı olan sorunlu bir bebekti. Çok özel bir süt ile beslenmesi gerekiyordu…

Adı “Pelargon” olan bu süt tozu, teneke kutu içinde eczanelerde satılıyordu.

Savaş nedeniyle, Türk tarafındaki eczanelerde tüm diğer ilaçlar gibi “Pelargon” da tükenmişti…

Mehmet; bir gece karanlığında mevzisinden çıkarak, Kanlıdere’ye indi ve Rum mevzisine doğru ilerlemeye başladı…

Ellerini havaya kaldırmıştı ve elindeki süt kutusunu göstererek “milk milk” diye bağırıyordu…

Karşı mevzideki Rum askerleri çok şaşırdılar… Elindeki kutuyu “bomba” sandılar. İçlerinden biri tam da ateş etmeye hazırlanırken, Andreas, Mehmet’i tanıdı ve dereye inerek yanına ulaştı…

Mehmet ile Andreas, önceden tanışıyorlardı…

Uzun nöbet saatlerinde, uzaktan uzağa sohbet eder, birbirlerine sigara ve kola verirlerdi…

Andreas, Rum tarafındaki eczacıları dolaşarak bulduğu sütleri Mehmet’e getiriyor, anlaştıkları yere bırakıyor ve Mehmet de gidip oradan süt kutularını alarak Birgül'e götürüyordu…

Andreas, büyük bir risk almaktaydı… Komutanları bir duysa “Düşmanla işbirliği” yaptığı için başı büyük belaya girebilirdi…

Üstelik Andreas’ın kardeşi, 1963’te Türkler tarafından öldürülmüş ve yakın zamana kadar da cesedine ulaşılamamıştı.

Andreas’ın “kin nefret” gibi duygulardan ve “düşmanlık”tan uzak bir çabayla gösterdiği “insanlık” sonucunda, Birgül sütsüz kalmadı ve kısa zamanda toparladı…

Andreas bir gün, Lefkoşa’da tüm Rum eczanelerini dolaşıp, talep edilen miktarda süt bulamayınca, bir eczanedeki açık bir kutu sütü de almak zorunda kalmıştı.

Mehmet’le buluştular… Kendisine kutuları verirken, birlikte getirdiği su ve şişe ile açık süt kutusundan bir miktar süt tozu alarak karıştırdı ve yaptığı sütü orada içmeye başladı…

Andreas’ın bu davranışı; Mehmet’i çok şaşırtmıştı… Andreas; kutusu açık olan sütün “zehirli” olmadığını göstermek için bunu yapmıştı…

Ne de olmasa karşılıklı iki mevzide birbirini her an öldürmeleri için emir bekleyen iki “düşman” askeriydiler ve Andreas Mehmet’e güvence vermek istemişti.

1974 savaşında 3 aylık olan Birgül; şimdi 47 yaşında… Çocukken, babası ona hep Andreas’ı anlatıyordu… İnsanlığını, merhametini, çocuk sevgisini, hassasiyetini…

Birgül; Andreas’ı tanımadan, onu bir “baba” olarak çok sevdi, ona minnet duygularıyla bağlandı ve yaşamını, onu bulmaya adadı…

Birgül, bugünlerde yıllar süren bir zorlu serüvenin ardından “Süt Babam” dediği Andreas’ı babası ile buluşturmanın gururunu ve sevincini yaşıyor…

Yönetmen Cemal Yıldırım; bu topraklarda “barış”ın değerini kafamıza ve gönlümüze nakış nakış işleyecek bu yaşanmışlığı harika biçimde perdeye taşımakla büyük bir iş başardı…

Bir roman tadında ve zaman zaman şiirsel bir kıvamda süren belgesel; müziği, kurgusu, modern sinema tekniklerini kullanması, resmi tarih dışındaki arşive önem vermesi, “Türklük Rumluk” retoriklerinin ötesinde dengeli olması, barışçı dil kullanması bakımından bu alanda ödüller kazanmaya layık ve adaydır.

Belgeselin senaryosunu bizzat Birgül Yıldırım yazdı. Doğal Kıbrıs ağzıyla “barış dili”ni çok iyi harmanladı… 

Bu “belgesel” adamızda düşmanlığa değil, barışa ve insanlığa; ayrılıkçılığa değil, birleşmeye ne kadar muhtaç olduğumuzu kafalara bir kez daha “dank” ettirecektir…

Hem de büyük bir pozitif sarsıntı yaratarak…

(AHVAL – Hasan Kahvecioğlu – 3.8.2021)