Kıbrıslı Türk Hükümet üyelerinin “misafir” olarak katıldığı büyük bir törenle tam da Türkiye’deki 1 Kasım seçimi öncesine apar topar yetiştirilen “Barış Suyu” projesi odaklı TC- Kuzey Kıbrıs ilişkilerinde durumlar trajikomik bir hâl aldı.
Türkiye’nin, Anamur’dan pompalanan suyun Kıbrıs’ın Kuzeyindeki dağıtımının Türkiyeli özel bir şirket tarafından yapılmasını dayattığı ve Kıbrıslı Türklerden itirazların yükselmesi üzerine kriz baş gösterdiği bir sır değil.
Haftalardır konuyla ilgili çeşitli duyumlar ve spekülasyonlar olmakla birlikte kara komedinin “kreşendosu” dün yaşandı:
Türkiye’de Hürriyet ve Milliyet internet sitelerinin de alıntıladığı Vatan Gazetesinin “Türkiye kızdı, yavru vatanın vanasını kapattı” başlıklı haberi ortalığı biraz daha karıştırdı. Haberde Ankara’nın KKTC’deki yöneticilere kızdığı için “barış suyunun vanasını kapattığı” ve bu projeyle ilgili tüm yatırımları dondurduğu “bilgisi” yer alıyor.
Vatan Gazetesinin haberi, içeriğinde kısmi doğrular taşımakla birlikte özü itibarıyla sorunlu. Zira gerek Ada’daki kaynaklardan, gerek Ankara’daki kaynaklardan aldığım bilgi, “vana kapama” diye bir durumun olmadığı fakat suyun yönetimi ve ekonomik protokolün imzalanmasıyla ilgili sıkıntıların devam ettiği yönünde.
Vana kapanmadı, çünkü “testler” dışında henüz gerçek anlamda açılmadı bile. İşin Ankara’yı rahatsız edecek en önemli boyutu burada. Zira Ankara, sırf seçim yasaklarına takılmamak gerçekleştirilen görkemli showun, aslında henüz bu çapta bir projenin ihtiyaç duyduğu testlerin tamamlanmadan yapıldığının bilinmesini istemiyor. Vana gerçekten açıldığında neyle karşılaşılacağını, boru hattında ve pompalamada ne gibi sorunlar yaşanacağı henüz bilinmiyor çünkü…
Nitekim, bu satırlar yazılırken TC Ulaştırma Bakanı Veysel Eroğlu’nun açıklaması düştü ajanslara. Çok “ilginç” bir açıklama bu:
“Şu an itibarıyla planlandığı gibi yıllık 75 milyon metreküp suyun KKTC’de inşa edilen Geçitköy Barajı’na aktarılabilmesi yönünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Barajda ya da sistemin genelinde herhangi bir teknik sıkıntı söz konusu değildir” dedikten açıklamayı bizzat açıklamanın kendisi tekzip edercesine şöyle devam ediliyor: “Ancak inşaatı tamamlanarak su tutulmaya başlanan her barajın işletmeye giriş aşamasında bir takım testler yapılması gerekmektedir. Baraj gövdesinin güvenliğini temin etmek maksadıyla yapılması gereken gövde ve su sızıntısı testleri sebebiyle Geçitköy Barajı’na suyun bir anda verilerek tam doluluğa ulaşılması teknik açıdan mümkün değildir”
Açıklamada aynı anda hem “teknik sıkıntı yok” denmesi ve hemen ardından daha teknik testlerin henüz yapılmakta olduğu vurgusu enteresan. Gerekli testler halen tamamlanmadıysa, 1 Kasım öncesi koparılan gürültü neyin gürültüsüydü diye sormadan edemiyor insan. Ama “alaturka işlere” alışkın olduğumuz için aslında şaşırtıcı bir durum olmadığını da biliyoruz. “Kervan yolda düzülür”, testler de fiyakalı açılışlardan sonra yapılır bizim memlekette…
Mesele vana açılıp kapanması değil aslında. Asıl mesele pastanın kendisinde ve işte bu konu, Kıbrıslı Türkleri fazlasıyla rahatsız etmeye yetecek bir içeriğe sahip:
Kıbrıs tarafı, suyun dağıtım yetkisinin Belediyeler tarafından kullanılmasını savunurken Ankara, Kıbrıslıların bu işin altından kalkamayacağı gerekçesiyle Türkiyeli bir şirket tarafından yürütülmesini “dayatıyor”. “Dayatıyor” diyorum çünkü boruyu döşeyen de Türkiye, vana da Türkiye’nin elinde. Hal böyle olunca “Murphy kanunu” işliyor: “Altını olan, kuralı koyar!”… Canı isterse gürül gürül su basar, tepesi atarsa vanayı kısar.
İronik biçimde “barış suyu” olarak adlandırılan Anamur’dan Kıbrıs’a döşenen boru hattıyla su götürme “işi” daha önce de yazdığım gibi aslında kelimenin tam anlamıyla “su tabancasıyla soygun” projesi. Ankara, projeyi “yavru vatanın Türkiye’ye bağlanması” projesi olarak da gördüğünü her fırsatta dile getiriyor. Haksız da değil, zira stratejik önem kazanan su, artık Ortadoğu’da petrol savaşlarını gölgede bırakacak yeni bir savaş nedeni. Suyu bölgedeki güç ve etkinliğini artırmaya yönelik bir silah olarak kullanma niyetini gizleme gereği bile duymayan Ankara, Kıbrıs’taki stratejik varlığını en az 50 yıl daha uzatmayı garantilemiş oluyor bu projeyle. Fakat sadece su ile değil. Malum boru hattı, sadece su “satmak” için projelendirilemeyecek kadar pahalı bir yatırım zira. Kıbrıs’ta bir taşla kuş katliamı yapmaya her zaman bayılan Ankara, boru hattı üzerinden Adayı kendisine uzun vadeli bağımlı kılacak çok şey taşıyabilecek. Su, enerji, telekomünikasyon hizmetleri… Üstelik Türkiye’nin en sevdiği ifadeyle “Adanın stratejik önemi” düşünüldüğünde, su ve beraberindeki “hizmetlerin” Kıbrıs’ın ötesine de taşınması için “istasyon” niteliği taşıyor bu proje. Öyle ya, bir gün Ortadoğu’da sular durulduğunda, bu projeyi elinde tutan, Akdeniz’in ortasında bir yüzer platform sahibi olacak. Artık oradan İsrail’e mi döşersin borunun ikinci etabını, Mısır’a mı, Lübnan’a mı döşersin Kuzey Afrikaya’mı paşa gönlün bilir… Hele ki boru hattının geçtiği toprakların “tapusunu da” üzerine geçirmişken hazır…
Şimdi Ankara’nın bir elinde “Barış Suyu”, öbür elinde de rutin olarak imzalanması gereken 2016-2018 TC- Kuzey Kıbrıs Ekonomik Protokolü duruyor. Kuzey Kıbrıs Hükümetleri için ateşten gömlek bu protokoller. Zira Kuzey Kıbrıs Hükümetleri, olmayan ekonomilerinin ayakta tutulabilmesi için TC’den olabildiğince fazla kaynağı Ada’ya götürmeye çalışırken; TC de Kuzey Kıbrıs’a vereceği her kuruşun “hakkını” dayattığı kurallarla sonuna kadar alma derdinde. Günün sonunda malum Murphy Kanunu burada da işliyor: Altını olan kuralı koyuyor…
Bu kez de aynı senaryo yürürlükte. Yeni Düzen’in özel haberine göre 3 Müsteşar, Protokol ön hazırlıklarıyla ilgili olarak halen Ankara’da. Suyun yönetimi konusu ise “daha sonra” ele alınacak… Tarım Bakanı Erkut Şahali’nin ileriki bir tarihte Ankara’ya giderek bu konuyu ele alacağı fakat konuyla ilgili asıl kararın Davutoğlu’nun Lefkoşa’ya yapacağı ziyarette görüşüleceği bildiriliyor.
Türkiye bir elinde 2016-2018 Ekonomik Protokolünü, öbür elinde “Barış Suyunu” tutarken Kıbrıslı Türklerin TC ile masaya “eşit” ve “karşılıklı işbirliğine dayalı” bir yaklaşımla oturabilmeleri elbette mümkün değil. Ekonomisi tamamen TC’ye bağlı “işleyen” Kuzey Kıbrıs’ta Hükümette hangi parti olursa olsun Türkiye karşısında bağımsız ve Kıbrıslı Türklerin yararını gözeten bir pazarlık şansı da mümkün değil.
Kıbrıs haberlerine itibar etmeyen Türkiye medyasının bir anda “Türkiye’nin kafası kızdı vanayı kapattı” haberlerini manşete taşıması tesadüf mü bu şartlarda? Sanmıyorum. Osmanlıda oyun çok malum! AKP Hükümetini kızdıracak haberlerden itinayla kaçınan gazetelerin durup dururken “krizi Türkiye kamuoyunun dikkatine taşımaya kalkması” aslında olacak iş değil. Türkiye medyası üzerinden Kuzey Kıbrıs’a “başına gelebileceklere dair” bir ayar verilmek istenmiş olabilir mi acaba diye düşünüyor insan. Bir şekilde “vana benim elimde” hatırlatması yani…
Vanalar açılır, kapanır, krizler çözülür, çözülmez ama asıl mesele bu ana-yavru ilişkisinin sürdürülebilir olup olmadığıdır. Dışarıdan kim ne derse desin, bu sorunun yanıtı yine Kıbrıslı Türklerde…
40 yıldır “taşıma suyla” ekonomi döndürmeye çalışan Kıbrıslı Türklerin bu bağımlılık zinciri boyunlarındayken bir yandan da Güneyle yürütülen müzakere masasına eşit şartlarda oturabilmeleri ve başarılı bir sonuç almaları da mümkün mü?
Kıbrıslı Türkler bir türlü kendi ayakları üzerinde durmalarına izin vermeyen Türkiye’nin baskısından kurtulma hayalini kurarken, öbür yanda ekonomik ve siyasi olarak eşit ve hazır olmadıkları bir birleşmenin müzakeresini yaparken nasıl gerçek anlamda özgür olabilirler mi?
Ne zaman bu sorulara Kuzey Kıbrıs’tan kendilerinin de inandığı bir yanıt üretilir, işte o gelecek üzerine düşünmeye de başlayabiliriz hep birlikte…
O zamana kadar, bu zamana kadar olduğu gibi döner değirmen… Kuralı da bu güne kadar olduğu gibi altını olan koyar…