Halil Karapaşaoğlu
halilkarapasaoglu@gmail.com
Lefkoşa’da bir bara gitmiştim. Barın iki giriş kapısı vardı. İç bahçeye açılan kapının girişinde boş bir sandalye bulunmaktaydı. İçeri birileri giriyor, kediler dışarı çıkıyordu. Kedilerin ve insanların sesleri arasında dalmışım, sandalyeyi izlemeye koyulmuşum.
Restorana girdiğimde, insanların masalarına bakıyorum ilk önce. Ne yediklerine, sonra ne içtiklerine? Biri şef olarak diğeri de barmen olarak çalıştığım yıllardan kalma bir alışkanlık. Bir şefin ve barmenin mekânla, “şeyle” kurduğu ilişki biçimi; “bakış” kısacası. Şairin mekânla, “şeyle” yukarıda bahsedildiği gibi bir ilişki biçimi; bakışı var mıdır? Bir şair bir “şeye” nasıl bakar?
Sandalyeyi yapan kaynakçı ustasını hayal ettim. İsmi neydi acaba? Kaç yaşlarındaydı? Boyu, kilosu kaçtı? Gözü, saçı, teni ne renkti? Nerede doğmuş, nerelerde yaşamıştı? Kaynakçı ustası olmaya nasıl karar vermişti? Atölyesi neredeydi, nasıldı? İçinde kim bilir hangi demirler hangi şekilde duruyordu? Demirleri aldığı tedarikçi kimdi?
Onunla nasıl bir diyaloğu vardı? Sandalyeyi yaparken atölyesine kimler gelmişti? Kafasından geçen sorunlar neydi? Sandalye özel bir sipariş miydi? Bar sahipleri bu sandalyeyi mağazadan mı almıştı yoksa ustaya sipariş mi vermişti? Ustaya sipariş vermişse aralarında geçen diyalog neydi? Kahve içip pazarlık yapmışlar mıydı?
Sandalyenin ayaklarının uzunluğu kaç santimdi? Renginin ne olacağına kim karar vermişti? Boyacı kimdi, boyayı kimden satın almıştı? Bir şairin sandalyeye bakarken düşündükleri, aklından geçen sorular, yukarıda sorduğum sorulardan herhangi biri olabilir miydi?
Barın bir köşesinde otururken düşledim kendimi. Sandalyeye bakmaya devam ederken… Sahi kimler oturmuştu o sandalyeye? Mesela, karısını başka bir erkekle seks yaparken yakalayan bir adam oturmuş olabilir miydi? Karısının o erkekle birleştiği, o sandalyede otururken gözünün önünden geçmiş miydi? Öfkelenmiş, bir yerlerden bir silah bulmuş, karısını öldürmeye o sandalyede otururken karar vermiş olamaz mıydı? Kaçamak bir ilişki sonrası hamile kalan 18 yaşlarındaki bir kadın, kürtaj sonrası o sandalyede oturup, ne içmek istemişti? Kim bilir kafasından neler geçiyordu? O sandalyeye oturan bir adam, ilk kez erkeklerden hoşlandığını o sandalyede otururken fark etmiş olabilir miydi? Obez bir çocuk gelmiş, oraya oturmuştu. Sandalye 130 kiloya kadar kaldırabilirdi. 130 kilodan sonrası çok zorlamıştı inşaat demirinden yapılmış ayaklarını. Bir ayağı bükülmeye başlamıştı. Double hamburger yerken kâlp krizi geçirmiş, orada sandalyede otururken ölmüştü.
Sandalye kaç yaşındaydı? Sandalyenin ömrü kaç yıllıktı? Genç sandalyeler gelince yaşlı sandalyelere ne oluyordu? On yıl sonra barın sahibi o sandalyeyi bir eskiciye satacaktı. O sandalyeyi alan eskici belki birilerine sinirlenmiş olacak, kamyonun içine tam sinir anında onu öylece savurtacaktı. Eskiciden o sandalyeyi kim alacaktı sonra?
Mesela şiir yazmaya çalışan bir şair eskiciden o sandalyeyi almak istemiş olabilir miydi? Almış olsaydı, kim bilir hangi şiirleri o sandalyede otururken yazacaktı? Vurulacaktı, hapis yatacaktı, gözaltına alınacaktı örneğin. Ya da âşık olduğu kadına şiirler yazacaktı üstünde otururken… Kaç kez üstünde boşalmıştı? Zihinsel engelli kardeşi öldükten sonra babasını trafik kazasında kaybetmiş, sandalyeye çıkarak kendini tavana asmaya karar vermiş olamaz mıydı?
Bir şair bir sandalyeye bakarken, kafasından bu sorular geçer mi? Şair sandalyeye böyle mi bakar? Sandalyeyi görürken, sandalyeyi sandalye olmaktan çıkarır mı? Sandalye bir çöküşün, acının, mutluluğun ya da sevincin metaforu olabilir mi? Şair sandalyeye bu kadar anlam yükleyip, sonra aynı sandalyeyi hiçleştirip, anlamsızlaştırabilir mi?
Bir şair bir sandalyeyi anlatmak için 489 sözcüğün dışında 4089 sözcük kullanırken 4 sözcükle de onu anlatabilir muhakkak. Şairler romancılardan tasarrufludur. Sözcük tasarrufuna giderler. 489 veya 4089 sözcük yerine 4 sözcüğü tercih ederler. Bu soruların hepsini düşünür şair, düşünmeli de kuşkusuz… Ama bütün bu soruları ve bu soruların cevaplarını bu şekilde yazmaz. En derin, en sade ve en yalını arar durur. Sözcüğün anlamlarının dibinde dolaşır, elemeler yapar. Sözcük tasarrufu anlamın, bakışın çokluğuyla ters orantılıdır.
Bütün bu soruların suyunu çıkarır. Hani derler ya; taşın suyunu çıkarır, şair de öyledir aslında… Taşın suyunu çıkarmak, taşta suyu görmek değil midir? Şiir taşta suyu görebilmekle yazılmaya başlanmaz mı?