“Tatlısu’daki (Mari) evimiz...”

Sevgül Uludağ

Leyla KIRALP

Köyümüzdeki  evimiz, köyün top sahasına giden yol üzerinde idi.

Evimiz 1930’lu yıllarda, babam tarafından yapılmıştı. Sokağımızdaki  diğer  evlerde  amcalarım ve akrabalar oturuyordu. Babamın, annesi olan “Hanım” Leyla nenem ve babamın  babası olan Hüseyin dedem de evimizin bitişiğindeki  evde yaşıyorlardı.

Evimizin etrafı yüksek duvarlarlarla çevrili idi. Giriş kapısı tahtadan yapılmıştı ve kapının arkasında içerden sürgülenen bir demir pekisi vardı. Gece eve en son giren demir peki ile kapıyı sürgüler, sabah da evden ilk önce çıkan bu sürgüyü çekerek  pekiyi açardı.

Evimizin hanayı, üç odası ve mutfağı vardı. Bir de aşevi dediğimiz  normal mutfaktan küçük  odacığı vardı. Annem,  aşevindeki ocaklıkta kazanda su ısıtarak taş teknede çamaşır yıkardı. Taş teknenin yanında küçük bir küp ve küpün içinde küllü suyu bulunurdu ve annem bu suyla çamaşırları yıkardı.

Hanayımız taştan yapılmıştı. Damı kiremit ve mertekli idi. Dokuz kardeş merteklerde  asılı duran salıncakta, annemin ninnisiyle büyümüştük.  Hanayın, yüksek pencereleri  ve kapısı vardı. Pencereleri pancurlu, kapısı ise fencidili idi. Bir penceresi eski köy yoluna, eski köprüye, eski hana  ve eski Lefkoşa-Limasol yoluna bakardı. O pencereden, eşeciği ile söylene söylene köye postayı  taşıyan Reşat dayıyının, köye gelişini mutlaka izlerdim. Toprak yoldan çıkıp asvalta ulaştığı zaman, eşeğin nallarının çıkardığı sesi duymaktan keyif alırdım. Derenin ilk geldiği zamanki bulanık halini, sonra da durulduğu zamanki berrak halini izler, izlediklerimi hayellerimle süsler, arkadaşlarıma öylece  anlatırdım.

Diğer pencereden  biri eski  tren yoluna bakar, Kalavason’dan  Vasiliko’ya maden taşıyan, eski trenin vagonlarında madende çalışan  Rum  ve Türk işçileri seyrederdim. Gece vakti  treni  izlemek  daha keyifli  idi. Trenin önce loş ışıkları belirir, sonra yorgun düdüğü duyulurdu. Treni  gözden kayboluncaya kadar izler, sonra pencereyi kapatırdım. Ön duvardaki pencereler  Ülfet amcamın evine  ve Mehmet  dayının hanayına bakardı. Yan pencereden ise Hanım nenemin bahçesindeki yaseminleri, allargülleri, badem ağacının pembeli  beyazlı çiçeklerini ve  rengarenk  sardelları seyrederdim. Yaz akşamları yasemin ve allargüllerin mis kokulu  çiçeklerini  toplar ipliğe dizerdim. Hanayın tahta balkonu vardı ve o tahta balkondan da Terazi (Zigi), Vasiliko denizi ve eski  Zigi köy yolu görünürdü.  Zigi’ye  giden eski yol üzerinde, bazı köylülerimizin bahçeleri  vardı ve onlar bahçede su kuyularının motorlarını çalıştırdıklarında ben su motorlarının ahankle çıkan seslerini  duymak için saatlerce balkonda oturdum. Annem bazen beni çağırırdı ve ben  su motorlarının sesine kendimi  öyle bir kaptırırdım ki  annemi duymazdım ve duymadığım cevap vermediğim için de ancak annemin parmakları kulağımı büktüğü zaman kendime gelirdim.

Hanaya çıkan mermer merdivenlerin  merdiven boşluğu vardı ki çok küçükken kardeşlerimle  saklambaç oynarken o boşluğa  saklanırdım. Babam o boşluğa  ayakkabı  boyalarını ve eski  ayakkabılarını koyardı. 2003 yılında kapılar açıldığı zaman köye, evimize gittiğimizde, ilk işim o merdiven boşluğuna girmek  olmuştu. Fakat ne babamın ayakkabılarını  buldum ne, ayakkakkabı  boyalarını, ne de saklambaç oynadığım  kardeşlerimi...

Hanayaltı dediğimiz  odada büyük bir ocaklık vardı.  Soğuk kış gecelerinde bu ocaklık yanardı. Etrafına dizilip otururduk. Annem tel  gabiralıkta kendi yoğurduğu  ekmeklerden  gabira yapar,  gabiraları  Blue Band margarinle yağlar, yağlanmış gabiraların üzerine  alıç macunu sürüp bize verirdi. Yılbaşı geceleri  eğer Karaböcü  Sinemasına  gitmemiş ve evde kalmışsak  “ayvasili vasilica” oynardık.  Ocaklıkta gürül gürül yanan ateşe bir dilek tutup zeytin yaprakları atardık. Zeytin yaprakları  yanarsa dileğimiz olacak,  yok eğer  zeytin yapraklar yanmaz ve sıçrarsa dileğimiz olmayacaktı.  Bu ocaklık etrafında  Hanım nenemin masallarını dinlemenin ve eğer masal bitmezse ertesi geceyi heyecanla beklemenin hazzını anlatamam.

Eletrik köyümüze 1958’de  gelmişti. Su şebekelerinin evlere döşenmesi  ise 1960’da olmuştu. Yolların genişletilmesi  ve asvaltlanması da Kıbrıs Cumhuriyeti  döneminde oldu. 1970 öncesi köyde ilk televizyon alanlardandık. Kıbrıs  Cumhuriyeti  televizyonunda ayda  bir gösterilen  Türkçe filimleri izlemek için gelenleri  hanay altı dediğimiz odada  misafir ederdik. Yazın ise avluya sandalyeleri  sıralar öylece seyrederdik. O yıllarda Tom Jones meşhurdu. Gülsün halam Tom Jones’a  yapılan sevgi gösterisine tepki koyar “aman be bu da nedir, benim Ali Rıza daha yakışıklıdır” derdi. Cemaliye aba sigara reklamlarındaki sigaralara “eya sanki da odundur  beytambal” derdi. Jale aba sabun reklamlarındaki nemlendirici krem için  “genapla, doğru mu” diye anneme sorardı.  En küçük kardeşim Yıldırım o yıllarda 3-4 yaşında idi. Çok konuşurdu ve çok soru sorardı. Misafirlerden Nazemin aba kara çarşaf giyerdi ve kardeşimin her yaptığına karışır müdahale ederdi.  Kardeşim de  Nazemin abayı görür görmez annemin kucağına girer ve “buna kahve yapma, buna  kahve yapma”  diye ağlamaya  başlardı. Hanay altında pilli, sonradan eletrikli  olan radyoda TRT’de arkası yarın ve radyo tiyatrosunu ilgi ve heyecanla  dinlerdik. O zamanlarda şimdiki saçma sapan radyo ve tv programları yoktu. Radyo da televizyon da eğitici ve öğretici idi.  TRT’de Jules Verne’in meşhur romanı  olan 80 Günde Devrialem’i,  Halide Edip Adıvar’ın Kalp ağrısını,  Bayrak radyosundaysa Alikko İle Cafer’i  dinlerdim. Halen daha dinlemekten keyif aldığımız duygulandığımız, ruhumuzu besleyen  eski şarkı ve türküler dinlerdim. Hepsinin tadı ve hatırası bir başka... Hepsini, bana sevdiren işte o eski pilli radyoydu.

Hanayda annem babam ve biz küçükler yatırdık. Alttaki diğer odada büyükler yatırdı. Mutfağımıza köyde ilk buzdolabını ve tüpü içinde gaz ocağını alanlardandık. Annemin günü mutfakta geçer, öğleden sonra  kapı girişi sulanıp süpürülürdü ve ailece orada otururduk. Evin avlusu oldukça büyüktü.  İncir, iğde, talvarlı asmalar ve hurma vardı. Evin dışında da frahti dedidiğimiz küçük bir bahçe vardı ve bu küçük bahçede birçok erik  ve nar ağacı vardı.

Mahallemizdeki köy çeşmesinin teknesinden akan sular bir evlekle bizim bu küçük bahçeciğimizin kenarından geçiyordu. Ben de  kağıttan  yaptığım vapurcukları bu hendeciklerde yüzdürürdüm.

Bir gün yine bu hendeciklerde kağıt vapurcuğumu yüzdürken komşunun çocuğu taş attı ve alnımın ortasından beni yaraladı. O gün annemin annesi “Hocahanım” Fatma nenem bizde idi. Beni o halde görünce çığlık atmaya başladı. Nenemin kardeşleri İstanbul’da yaşıyormuş ve nenem de İstanbul’da bir süre yaşamış.  İstanbul’da polis “noktacı” diye çağrılıyormuş. Nenem  benim kan akan alnımı görünce “noktacı polis!” diye çağırmaya başladı. Babam evde yoktu. Annemle beni alıp Vasiliko’daki Rum doktora götürdüler.  Doktor “bu dikiş ister bunu Kalavoson’a götürün” demiş ve trene binip Kalavosan’a gitmişiz. O yıllarda düzgün dikiş yapılmadığı  için  yaranın izi hala anlımın ortasında duruyor.  Dursun! Bazı izler silinmesin hep dursun. O iz bana  “noktacı polis” diye yardım isteyen hocahanım nenemi,  annemi, Vasiliko’daki  Rum doktoru, treni, Kalavason’u ve en önemlisi  Kalavasolu Rum ebemiz  Mariyannu’yu hatırlatır. Mariyannu hem benim hem diğer kardeşlerimin  ebesidir. Beni doktora götürdükleri  gün Mariyannu  gelip bizi doktordan almış ve  başka bir Rum’un arabası ile bizi geri köye göndermiş.  Neneme demiş ki “Hocahanım ben  Emir efendinin ailesine nasıl önem verdiğini bilirim, çocuklarını da ben doğurttum, bunun için Mari’ye,  trenle değil arabayla gideceksiniz”.

Evimiz! 1930 ların imkanlarıyla, babamın alın teri, el emeğiyle  yapılan mütavazı evimiz. Pilli radyosuyla, ocaklığıyla, küllü küpü, tahta balkonu, merteklere asılan salıncağı ve aile fertleriyle  bizi biz yapan  gerçek   bir okul, gerçek bir öğretmen  ve  herşeyimiz...

Fiziken evim de  yok  köyüm de yok  sevdiklerim de  yok artık...  Fakat  bana kazandırdıkları değerler ve  anılar hep  benimleydiler  ve hep  benimle olacaklar.


Leyla Kıralp'ın 2003 sonrasında Mari'deki evinin durumu...


“Baf’tan doğan bir ışık: Taylan Oğuzkan’ın ardından...”

Ulus IRKAD

Taylan abiyi çok küçük yaşlarımdan hatırlıyorum. 1960'lı yılların başlarında, Mutallo'da o kahvehanelerin bol olduğu meydanlıkta kardeşleri ve annesiyle birlikte kahvehanelerinde müşterilerine hizmet vermeye çalışıp hayatlarını kazanmaya çaılışıyorlardı. Ben çok küçük yaşlarda bu kahvehaneye girdiğimde adeta bir resim galerisine girmiş gibi olur, koskoca kahvehanenin duvarları adeta bir galeri gibi onun resimlerini sergilerdi. Leonardo da Vinci'nin "Mona Liza"sı bile vardı bu duvarlarda. Sonra 1963 olayları geldi.

BUCAK DERGİSİ...

Baf çok güç şartlar yaşamaktaydı. Baf aydınları bir dergi oluşturup Lefkoşa ve Türkiye'nin 1963 öncesi yarattığı o kültür ortamını bir dergi ile oluşturmaya çalıştılar. Tüm Baf aydınları bu etkinliğe katıldı. Bucak diye bir siyaset, felsefe ve kültür dergisi oluşturuldu. Bu dergide öğretmenler ve aydınlar da yer aldı. Bucak Dergisi, Baf Kurtuluş Lisesi'nin baskı ve teksir makineleri ile çıkmaktaydı. Taylan Oğuzkan Dergi'nin karikatür, kapak ve mizanpajından tutun tüm işleri, reklam çizimlerini yüklenmişti. Baf Kalesi konusu, o unutulmayan resim onundu. Aydınlar, öğrenciler ve öğretmenler işbirliği ve koordinasyon içinde bu faaliyeti sürdürüyorlardı. Bazen köşe yazıları yazan babamın yanında Taylan abiyi babamla kapak ve çizim işlerini planlarken görürdüm. Yaşım o zamanlar 7'diydi. Taylan abi daha o zamanlar 15 yaşındaydı ama bu etkinliğin içinde yer almıştı.

AKADEMİDE YAŞAM...

1968 yılında liseli gençlerin çoğu Baf'ı terkedip Türkiye'ye eğitime gittiğinde o da resim eğitimi görmek ve bir resim öğretmeni olmak için Türkiye'ye gitmişti. Orada Baf'ta öğretmenlik yapmış Türkiyeli öğretmeni Profesör Onan tarafından yönlendirilerek Akademi’ye gitmişti. Bedri Baykam, Devrim Erbil gibi öğretmen veya hocalarla orada tanıştı. Bilgilerini tazeledi ve kendini geliştirdi. En yakın arkadaşlarından biri de hem resim öğretmeni hem de bir sanatçı olan Mağusalı Türksal İnce ile yoldaşlık, kardeşlik anıları vardır. Taylan Oğuzkan'ın ölümüne kadar bu yoldaşlık sürecekti.

LONDRA VE AVRUPA GALERİLERİNİ ZİYARETLER...

Taylan Oğuzkan, 1970'li yıllarda Türkiye'den ayrılarak Londra'ya gitti. Orada çalıştı ve resim galerilerini gezerek deneyim ve bilgi tazeledi. Bana anlattığına göre Avrupa galerilerini de bil istifade bu vatandan uzaktayken ziyaret etmişti. 1980 yılında İstanbul'a gelen Oğuzkan diplomasını alarak Avustralya'ya geçti. Uzun bir dönem orada da bulunan Oğuzkan 1990'lı yılların ortalarında Kıbrıs'a dönerek resim alanında patlama yaptı. Farklılığını kanıtladı.

TAYLAN OĞUZKAN DEMEK, İNCE DÜŞÜNME YETENEĞİ DEMEKTİ...

Taylan Oğuzkan demek aslında bir farklılıktı. İnce düşünme yeteneği demekti ve bu resimlerinde de bayağı yansımaktaydı. Post Modernizmin etkilerini sanatçı üzerinde bu dönemde bayağı etkin bir şekilde görmekteyiz. Oğuzkan Kıbrıs'a dönünce tekrar yeni bir yuva kurdu. Sırasıyla, Doğu Akdeniz ve Yakın Doğu Üniversite ve Kolejleri’nde çalışarak büyük başarılara imza attı ve öğrenci yetiştirmede de ne kadar başarılı olduğunu gösterdi. Uluslararası Mağusa Kültür Festivali’nin öncü ve düzenleyicileri arasındaydı. Sanatçının bizi terketmesi de adeta bir sürprizle oldu. Kıbrıslıtürklerin tarihlerine 1960'lı yılların başlarından beri çok küçük yaşına rağmen emek ve nokta koymuştu. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum...


Taylan Oğuzkan


Elias Canetti’nin ‘Ölüm Can Düşmanım’ kitabı Türkçe’de

Elias Canetti Bulgaristan’ın Rusçuk kentinde, Sefarad bir ailede doğmuş, Ladino konuşarak büyümüştü. Baba tarafı Edirneli olan Canetti, genç yaşta ailesiyle birlikte Viyana’ya yerleşmiş ve Almanca’da ustalaşmıştı. Ona Nobel Edebiyat ödülünü kazandıran eserleri de Almanca’da vermişti.

Bu eserlerden Ölüm Can Düşmanım (orijinali: Das Buch gegen den Tod) Ahmet Arpad’ın çevirisiyle Sel Yayıncılık’tan çıktı.

Kitabın Tanıtım Metni

Nobel Ödüllü Elias Canetti’nin yaşadığı ağır bir ruhsal sarsıntı neticesinde doğan Ölüm Can Düşmanım, dünyayı değiştirmeyi amaçlayan güçlü bir istenç, bir yaşam projesidir.

Canilerde, diktatörlerde, efsanelerde, dünya tarihine damga vurmuş kesitlerde, edebiyat ve filozofların görüş alışverişlerinde, kişisel deneyimlerde, anılarda, kalbi halihazırda atmayı sürdürenlerde ve yaşamın absürtlüğünde anlam bulan ölümün anatomisini çıkaran Canetti, ölüme dair insani bir korkunun aksine meşum bir nefretten beslenir ve ona karşı, canlıları bu dünyadan koparan yegâne katilmişçesine Don Kişotvari bir savaş verir. İsyanı ise elbette Tanrı’yadır.

Canetti’nin II. Dünya Savaşı’nın çetin ve amansız günlerinde başladığı, 50 yılı aşkın bir süre boyunca da hakkında yazmaktan geri durmadığı bu kışkırtıcı “anti-ölüm abidesi”, terk-i diyar eylemişlere bir saygı duruşu, nefes alıp vermeyi sürdüren bizler içinse direnç kaynağı niteliği taşıyor…

(AVLAREMOZ – 4.4.2022)