“TECAVÜZ DOSYASI”… - 4 –
DR. DERVİŞ ÖZER
Savaş yıllarıydı. Hep tecavüz ve ölüm hikâyeleri ile büyüdük. Gençliğimiz çocukluğumuz hep düşman tarafından öldürülme tecavüz öyküleri ile geçti. Başka ülkelerde çocuklar, masallarla büyürken, genç kızlar beyaz atlı prensini beklerken, buram buram aşk kokan hikâyeler ve fotoromanlar okurken biz hep korkuyla, ölüm ve tecavüz öyküleri ile büyüdük. Bize hep kötü olaylar anlatıldı. Biz de BUNLARI korkudan bacaklarımız kasılarak dinlerdik ve zamanın geçmesini beklerdik.
Henüz 17’imi doldurmamıştım, savaş bir sabah göstere göstere geldi ve sadece savaş değil, her şey geldi. Kötülük geldi, açlık geldi, susuzluk geldi ve daha kötüsü ölüm geldi. Ölümden daha kötüsü mü o da geldi. O hep korktuğumuz sadece yaşlı kadınların hikâyelerinde olan tecavüz geldi.
Bir sabah esir kampından birçok kadınla alındık ve götürüldük. Nereye gittiğimiz belli değildi. Bizi götürüp bir köyün içine bıraktılar ve bazı adamlar tarafından alınıp evlere sokulduk. Daha ne olacağını bilmiyorduk bile. Ben o evlerde temizlik yapılacağını zannetmiştim. Esir kampından kadınlar alınıp götürülüyordu ve evlerden yiyecek ve giysi alarak geliyorlardı. Yiyeceklerimiz gene bizim evlerimizden getiriliyordu. Bazen annemler de gidiyordu ve yağmalanmış evimizden bulabildiği elbiseleri getiriyordu. Bazen de babamları alıp gidiyorlardı. Yıkılan, yanan, savaştan harabeye dönmüş evleri temizletiyorlardı. Bazen de savaşta ölmüş insanları gömdürüyorlardı. Ben evlerde yiyecek ve elbise arayacağımızı düşünmüştüm. Ama öyle değilmiş.
Bir adam beni aldı ve tecavüz etti. Hiç acımadan tecavüz etti. Yalvarmama rağmen, ağlamama rağmen tecavüz etti. Bayılmışım, ağlamadan ve acıdan bayılmışım. Kendime gelip gözlerimi açtığım zaman kamyonun içinde olduğumu gördüm. Yanımda kendi başına oturan esir kadınların arasındaydım. Diğer kadınlarında gözlerinin ağlamaktan şiştiğini gördüm ama birbirimizle konuşmadan ve birbirimize bakmadan oturduk kamyonun arkasında. Kampa vardığımızda yaşlılar bizi koşarak karşıladılar ama hiçbir şey sormadılar. Ne olduğunu biliyor gibiydiler. Oysa bizim içimize düşeni biz bile bilmiyorduk.
Tecavüzün etkisiyle günlerce kustum. Bir lokma yemek yiyemedim. Günlerce, aylarca kustum ve sonra, aylardan sonra adet görmediğim aklıma geldi. Aslında hiç aklıma gelmedi, yaşlılar sordular adet görüyor musun diye. İşte o zaman gebe olduğumu anladım.
Gebe olduğumu öğrendiğimde içimde korku ve nefretten daha baskın bir şey yoktu. Olamazdı da... Hele ki anne olacağıma sevinmek gibi bir lüksüm asla yoktu. Çünkü bu içimdeki şey bana hayalini kurduğum anneliği değil, bir caninin beni kirletişini düşündürüyordu sadece. Ve bu şey hemen içimden çıkmalıydı. O pislikten en ufak bir parçayı bile taşıma düşüncesi ölümden beterdi. İçimde bir çocuk büyüyordu. Yarısı benim kanımdan olan bir bebek. Yarısı o adamdan yüzünü bile görmediğim bir adamdan, o pislikten olan bir bebek. Zorla tüm yalvarmama ağlamama rağmen bana tecavüz eden adamdan bir bebek.
Ölüm kötüydü ölümden kötüsü de varmış. Şimdi ölüm kurtuluşsa o canavardan bir parçanın içimde olması, işkencelerin en büyüğüydü. Kadınlar, gebe olan kadınlar özel olarak esir kampından gönderiliyorlardı. Birleşmiş Milletler askerleri gelip, gebe kadınları toplayıp gidiyordu. Kamptakilerde biliyorlardı onların gebe olduğunu. Kampta söyleniyordu, fazla büyümeden gitmeleri gerek diye, çünkü kürtaj edileceklerdi. Gebeler kendini gizliyordu, ama biz gidenlerin gebe olduğunu biliyorduk. Ve kürtaja gidiyorlardı. Ben de sıradaydım. Beni de göndereceklerdi. Yalvarmıştım kamp komutanına beni de sıraya koy diye ve beni sıraya koymuştu. Gidiş günüm geldiğinde karnımda bir kıpırdanma hissettim. Ve olduğum yerde kalakaldım, gidemedim çünkü gidersem kürtaja gidecektim. Ve kamp komutanına gebe olmadığımı sadece gitmek istediğim için yalan söylediğimi söyledim.
Günler geçti özgürlüğe bir pranga ile kavuşmuştum. Günleri, karnımı saklayarak geçirdim. İçimde oynayan bebeği sevmeye çalıştım. Olmuyordu. Bazen pişmanlıklar bazen öfke intiharın eşiğine kadar gitmeler ve dönmeler. Tam intihar için hazırlanıyordum ki içimde durmaksızın oynuyordu. Yapma diyordu ve vazgeçiyordum…
Korkuyla ve iğrenerek beklediğim o doğum anında, bir küçük el sımsıkı tuttu parmağımı. Engel olamadığım sıcacık bir his doldu içime ve o ana kadar annelik hissini yaşamama engel olan o koca derin nefret bir saniyede yok oldu adeta. Kimdenmiş, nasıl olmuş diye düşünemeyeceğim kadar saf ve temiz bir şey vardı karşımda ve bana ihtiyacı varmışçasına bakan gözleriyle "Seninim" diyordu. İşte böyle başladı benim hayata geri dönüşüm. Hayatımı mahveden o geceyi asla unutmadım, bazen hala rüyalarımda bile sayıkladığım oluyor. Daha ben bir çocukken beni böyle kirli bir dünyaya sokan o vahşiye nefretim ise dinmiyor.
Yıllarca yüzüne bakamadım onu görmek istemedim, bir kedi gibi yanıma gelip sokulmasına dayanamadım. Bir kedi gibiydi. Başını getirip kucağıma sokuyor ve okşamam için başını oynatıyordu. Başlarda öfke gelip gidiyordu. Bazen onu emzirmek bile istemedim. Bazen boğazını sıkıp öldürmek bile içimden geldi. Bırakıp kaçmak, bir daha hiç dönmemeyi bile düşündüm. Bazen de gizlice sınırdan geçip, o adamı bulup “Bu bebek senin!” deyip bırakmak bile geldi içimden… Ama yapamadım.
Aradan zaman geçti, ikilemlerim, gelgitlerim azaldı. Benim karşımda bana benzeyen bir kız çocuğu vardı. O da benim gibi sevgiden uzak bir kız. Alıştık birbirimize ve tek vücut olduk. Yaşadık yıllarca. Ve yaşamaya devam ediyoruz. Evlendirdim, torunlarım oldu. Ama o yani kızım babasını bilmiyor, nasıl olduğunu da. Nedense hiç sormadı. Ben de hiç söylemedim. Sanki o yıllar aramızda gizli bir anlaşma ile unutuldu.
(DR. DERVİŞ ÖZER – HAZİRAN 2015)