“Tecavüz, kalp yemek, işkence: Savaşta vahşetin nedenleri...”

Sevgül Uludağ

Roland Weierstall
Konstanz Üniversitesi, Almanya

Suriye'de bir isyancının, düşmanının kalbini yediğini gösteren görüntüler pek çok kişiyi şoke etti ve büyük rahatsızlık yarattı.
Peki ama bu olay, Suriye'de yaşanan diğer vahşet olaylarından daha mı kötü?
Bu olay, duymaya daha alışkın olduğumuz toplu mezarlardan, işkencelerden, sivillerin öldürülmesinden, sakat bırakılmasından, köylerin yakılıp boşaltılmasından daha mı vahşice?
Ancak bu son barbarca olay farklı bir tepki yarattı. 'Yamyamlık', savaş senaryolarında neyin kabul edilebilir neyin kabul edilemez olduğunu belirleyen ortak ahlakî değerlerle ve etik inanışlarla çelişen bir kavram.
Peki, bu olay ışığında şiddetin yeni bir boyuta ulaştığı söylenebilir mi? Bu davranış biçimlerinin ardında ne tür gerekçeler var?

Vahşetin analizi
Konstanz Üniversitesi Psikoloji Bölümü'ndeki araştırma laboratuvarımızdaki çalışmalar, şiddetin ve zorbalığın ardında yatan süreci, bu düşünce biçiminin işleyişini anlamaya odaklanmış durumda.
Uganda, Ruanda, Kolombiya ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nden 2500'den fazla savaşçıyla yaptığımız mülakatlarda, Batılı ülkelerin görüş mesafesi dışındaki bu bölgelerde yaşanan vahşetin kanıtlarını bulduk. Duyduklarımız, Suriye'de yaşanan bu son olaydaki kadar zalimce, bu olaydaki kadar insanlıktan uzak vahşet hikâyeleriydi.
Ahlakî sınırlar yıkıldığında ve vahşet savaş bağlamında kabul edilebilir duruma geldiğinde, öldürmenin önündeki doğal sınırlar da yok oluyor. Kurbanının acı çektiğini görmek, bu vahşeti uygulayan kişi için yeterli bir ödül olabiliyor. Kendi grubu içinde onurlandırılması, belli bir statü kazanması ve diğer maddî kazanımlar da cabası.
Böylesi vahşi davranışlar iki temel gerekçeye dayandırılabilir.
İlk olarak, öfke, nefret gibi olumsuz duyguların yarattığı ve karşılaşılan bir tehdide yanıt olarak uygulanan şiddet, ikinci olaraksa heyecan ve kişisel haz gibi 'olumlu' duyguları tadabilmek için uygulanan şiddet.
Olumsuz duyguların sonucunda ortaya çıkan vahşeti anlamak sıradan insanlar için daha kolay. Suriye'deki olayla ilgili hikâyenin tamamı bilinmiyor. Aynı şekilde, bu isyancının davranışının altında yatan gerekçeleri de bilmiyoruz. Bu, davranışı haklı göstermek için bir bahane değil elbette. Ancak, bu görüntüler öncesinde neler yaşanmış olabileceğini düşünürseniz, bu davranışın 'anlaşılabilir' olduğunu söylüyorum.
Tamamen öfke ve öç duygusuyla hareket eden insanlar, insanlık dışı davranışlar sergileyebilirler.
Saddam Hüseyin ve Usame bin Ladin'in öldürülmeleri, özel durumlarda, sivillerin bile, 'insanların insanları öldürmemesi gerektiğini' öneren ahlakî değerleri, inanışları bir kenara bırakabildiklerini hatırlatan örnekler. Bir insanın asılmasının görüntüleri ya da yatak odasındaki bir adamın kanlar içindeki fotoğrafı bir sürek avının ardından elde edilen ödül olarak kabul edilebiliyor.
Bunu akılda tutarak, savaşlarda yaşanan zulüm ve vahşete çok da şaşırmamalıyız. Duyguların ve bunun sonucundaki şiddet olaylarının, Suriye'deki gibi sonu gelmez bir çatışma ortamından daha yoğun şekilde nerede yaşanması beklenebilir ki?

Kan dökmek
Şiddet içeren davranışların ikinci türü 'zevk için' uygulanan vahşet. Bu pek çoğumuz için daha yabancı bir kavram.
Araştırmalarımızda konuştuğumuz eski savaşçıların yaklaşık üçte biri, uyguladıkları şiddetin ve kurbanlarının acı çekmesini görmenin kimi zaman 'muhteşem' ve hatta 'heyecan verici' bir duygu olabileceğini söyledi. Bu hazza ulaşabilmek için kurban öldürülürken 'kan dökmek' bu duygunun başlıca unsuru.
Eziyet etmek için uygulanan sistemli işkence, sivilleri sakatlama, kulaklarını, dudaklarını, cinsel organlarını kesme, cesetleri parçalama, savaşın ve artan şiddetin, tahmin edilenden çok daha sık görülen, doğal sonuçları olarak ortaya çıkıyor. Bu tek bir kültüre ya da topluma özgü de değil ve çok farklı kültürler arasında görülebiliyor.
İşte bu nedenlerle Suriye'de yaşananlar ve bunun ortaya çıkması kimseyi şaşırtmamalı. Asıl şaşırmamız gereken, Suriye'de hemen her gün görülen insan hakları ihlallerinin gerçek boyutunun gizli kalması olmalı.

Şiddet geleneksel kültürün parçası
Zalimce davranışlara gerekçe olarak gösterilen 'öfkeye duyulan açlık' ve şiddetten zevk almanın yanısıra, özellikle yamyamlık, sosyal ve törensel bir öneme sahip. Batıl inançlar çerçevesinde yamyamlığı geleneksel kültürlerinin bir parçası olarak kabullenmiş olan ve uygulayan isyancı, direnişçi gruplar var.
Yaptığımız çalışmalardan birinde, Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ndeki direnişçilerin yaklaşık yüzde 10'u insan eti yediklerini ve her dört kişiden biri de kendi grupları içinde yamyamlığa tanık olduklarını söylediler.
Kongo'nun doğusundaki Mai-Mai savaşçıları, düşmanlarının gücünü ele geçirebilmek için, öldürdükleri savaşçının kanını içerler, kalbini ya da cinsel organını yerler.
Ancak Suriye'de yamyamlığın bu tür bir geçmişi olduğunu gösteren herhangi bir kanıt yok. Bu yöndeki iddialar sadece abartılmış spekülasyonlardan ibaret. Ancak çatışmalar sürdükçe, Suriye'de bu görüntülerin benzerlerini daha sık ve artan şekilde göreceğimizi düşünmek de mümkün.
Sivillere uygulanan şiddet ve düşmana karşı her türlü zulmü uygulamak, karşı saldırı riski taşısa da, düşmanı sindirmek ve moral bozmak için kullanılan bir strateji.
Basının bu olaya gösterdiği ilgi ve ortaya çıkan yoğun tepki, isyancıları, şiddeti sürdürerek, bu savaşta istedikleri sona ulaşmak için pazarlık güçlerini arttırmaya çalışmaya teşvik edebilir.
İlginç şekilde, artan vahşet, savaşı sona erdirmek için bir aracı olabilir. Ya da tam aksi şekilde şiddet ve vahşet çatışmaları körükleyebilir.
İnsanoğlunun şiddet ve zulüm içeren davranışlarının arkasındaki gerekçeler çok karmaşık.
Suriye'de yaşanan bu olayın tam olarak değerlendirilebilmesi yeterli ve doğru bilgiye sahip olmayı gerektiriyor. Ancak özellikle Suriye ve orada yaşananlar konusunda doğru ve yeterli bilgi elde etmek belki de en büyük sorun.
(BBC - Roland Weierstall – 16.5.2013)

------------

Kıbrıs’ta yaşanan tecavüzler ve vahşet...

Kıbrıs, savaş esnasında tecavüzlere ve vahşete yabancı değil... İster bazı Kıbrıslıtürkler, ister bazı Kıbrıslırumlar olsun, her iki taraf da bir savaş aracı olarak öteki toplumdan genç kızlara tecavüz etmeyi “marifet” saymış... Tecavüzler, genç kızlarla da “sınırlı” kalmamış – bu sayfalarda yayımlamış olduğumuz tanıklıklara göre yaşlı kadınlara da, hatta yaşlı erkeklere de tecavüz edilerek, öteki taraf “aşağılanmaya” çalışılmış.
1974’te Kırnı’dan Akçiçek’e (Siskilip) giden bir Kıbrıslıtürk, beraberindeki bazı askerlerle birlikte bir eve sığınmış 14 kişilik bir ailenin kadınlarına tecavüz etmiş arkadaşlarıyla birlikte, sonra bu grubu öldürmüşler ve en az bir Kıbrıslırum’un kafasını keserek yanlarında “hatıra” olarak götürmüşler. Bazı askerler, savaş esnasında öldürdükleri şahısların kulaklarını keserek öldürdükleri şahıslardan “hatıra” almışlar. Gene 1974’te EOKA-B’ci bir grup Muratağa-Atlılar-Sandallar’da üç hafta süreyle köyde bulunan Kıbrıslıtürk kadınlara tecavüz etmişler... 1974’teki savaş “tecavüzlerin altın yılı” olmuş çünkü Karpaz bölgesinde de sistematik tecavüzlere başvurulmuş ve çocuk denecek yaştaki Kıbrıslırum kızcıklarına tecavüz etmişler. Emekli bir Kıbrıslıtürk polis bana özellikle Karpaz’daki tecavüzlerin, uzun süre bu bölgede kalan Kıbrıslırumlar’ı kaçırmak amacıyla bir yöntem olarak kullanılmış olduğunu, kendisinin buna görgü tanığı olduğunu anlatmıştı...
Ne yazık ki her iki toplum da bu tecavüzler ve bu vahşetle yüzleşmekten kaçındı şimdiye kadar... Kendi kapısının önünü süpüremeyen, kendi “tecavüzcüleri”yle yüzleşemeyen ve bu konuda “sessiz” kalmayı seçen toplumlarımız bunu yapmadan, bu topraklara “barış” geleceğini hayal etmek mümkün değil...