Türkiye’deki gelişmelerin doğrudan etkisi altında olduğumuz bir coğrafya ve siyasi alanda, darbe ve ona bağlı gelişmelerden etkilenmemek neredeyse imkansız.
Kıbrıs sorunundan tutun, Hükümet oluşumlarına, Hükümetlere yönelik darbelere, Hükümet içi düzenlemelere, TC Büyükelçiliğine, TC Yardım heyetine, dayatılan programlara ve yansımalarına, GKK ve TC Kolordu Komutanlığına, Sivil Savunma Teşkilatına, sürdürdükleri programlara, kurdukları sivil ilişkilere, müdahale ettikleri siyasi alana ve bu bağlamdaki sosyal gelişmelere kadar, her alanı kapsayacak bir etki üzerinde düşünmemizde yarar var.
Yoksa, Türkiye’yi altüst eden bir girişimin bizi teğet geçeceğini sanmak fazla iyimserlik olur.
O kadar ki, basına yansıdığı kadarıyla Sivil Savunma Teşkilat Başkanlarının ve Sivil İşler Başkanının bizzat işin içinde olması çok önemlidir !
Türkiye’deki darbe girişiminin KKTC boyutunu düşünürken, KKTC’de cadı avına girişmekten bahsetmiyorum. Elbette bahse konu olaylarda payı olanlarla ilgili girişimler söz konusu olmalı. Ancak bizdeki mesele yapısaldır. Yıllardır, Sivil Savunma Başkanı’nın sivil olması konusu gündeme gelmekle birlikte, bu konuda gerekli irade sergilenemiyor; öteleniyor. Ötelenmesi, hukuk dışı uygulama ve insan hakları ihlallerine kapı aralıyor.
Neredeyse tüm tarafların “şimdi zamanı değil” gibi potansiyel riskini meşrulaştırma girişimine dönüşen tavırları ve akıl almaz hataları bizi bugünlere getirdi. Şu anda konuşan yok. Sağın zaten bu yönde bir derdi yok; bazı sol kesim ise indirgemeci bir mantıkla çözümle birlikte bu tür işleri halledeceğini zannediyor. Öyle ki, insan haklarına aykırı düzenleme ve uygulamaların gündeme getirilip görüş üretilmesini, çözüm sürecine etkisi olan “güçleri” ürküteceği inancıyla bastırmak yıllardır sol adına modadır buralarda…
Al birini vur ötekine…
Ülkenin en değerli turistik mekanlarının militer unsurlarca kullanıldığı; Maraş’a değil dokunmak, konuşulmasının bile neredeyse yasaklandığı; Koordinasyon Kurulunun ne denli gerekli olduğunun anlatıldığı; askeri kantinlerin ekonomiye her gün balta vurduğu, çevresinde ne bakkal ne de başka birşey bıraktığı bir ortam yaratıldı.
Yaratıldı ve bizim buna kanacağımıza inanıldı…
Yapısal sorun çözülmeden, yani en azından bu diyarda, TC askerinin garantörlükten kaynaklanan rolünün fiili boyutu yeniden yapılandırılmadan, bu sorunlar olacak, olmaya da devam edecek. Siyaset ile askere bağlı unsurlar teması sürdürecek, siyasi alan beklentilere ve döneme göre yeniden şekillendirilecek. Birincisi trajedi, ders alınmayan ikincisi ise acı acı ağlayacağımız komediye dönüşecek.
İki konuyu birbirinden ayırmakta yarar var. Sonuna kadar karşı olduğum Darbe girişimleri ile, kendilerine darbe yapılan veya Ergenokon davası sürecinde görevden alınıp “kemalist” diye anılan askeri kesimlerin siyasi alana yaptıkları acımasız müdahale hafızalardadır. Vesayet rejimi dediğimiz konu, doğrudan siyasi hayata müdahale etmeyi kendine “hak” görenlerin gerek Türkiye’de gerekse KKTC’de yarattıkları tahribat üzerine gelişmişti. Vesayet rejiminin geriletilmesi ve askerin bu bağlamda kışlada kalması çok önemlidir ve esastır. Bu esas sağlanamadığı ölçüde, demokrasiyi var edip, sürdürebilmek mümkün değildir.
1950’lerden itibaren siyasi dönüşüm içeren her tarihi dönemeç noktasında kendilerine “kemalist” diyen askeri kesimlerin R.R Denktaş çevresinde toplanıp, Kıbrıs’taki demokratik güçleri nasıl baskı altına aldıkları, seçimlere nasıl müdahale ettikleri çok iyi biliniyor. Siyasileri nasıl aşağılamaya çalıştıkları hafızalardadır. Ve elbette siyasete nice müdahaleleri..
Bu bağlamda sivil ve demokratik bir sistem hedefi ile, askeri vesayet konusunda kararlı adım atan, askeri kışlasına yönlendiren ancak gerek o sürede gerekse ardından demokratikleşmeyi kurumsallaştırmayı başaramayan, sivilleşmeyi sağlayamayan, savrulan AKP’nin bu bağlamda dengesiz ve otoriterleşen siyasetini de not etmeliyiz.