Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com
“ya dışındasındır çemberin,
ya da içinde yer alacaksın,
kendin içindeyken kafan dışındaysa...” (1)
Farklı kültürler için değişik anlamları olan çember şekli, antik çağlarda mükemmel şekil olarak tanımlanarak tarihte yerini almaya başlamıştır. Yaşam ile ölüm döngüsünü, zamanın sonsuzluğunu, reenkarnasyonu, nesnelerin kendi aralarındaki dönüşümünü ya da dinlere inananlar için Tanrı’dan gelip yine ona gitmek gibi farklı kavramları sembolize etmekle beraber, belki de gündelik hayatımızda karşımıza en çok çıkan, bu sebeple de en az sorguladığımız şekillerden biridir.
Ezidiler inancına göre ise çemberin çok daha farklı bir anlamı vardır. Nadiren etnik bir köken olarak, genellikle de inançları üzerinden tanımlanan Ezidiler, bir kişinin etrafına çember çizilirse, o kişinin çemberi çizen kişi onu silene kadar, çemberin içinde kalması gerektiğine inanırlar. Bunun temelinin neye dayandığı ile ilgili farklı görüşler olsa da yazının amacı itibarı ile ben bunlara değinmeyip, çemberin burada neyi ifade ettiğine bakmaya çalışacağım.
Mardin’de “Rezika Fılaa” diye bilinen bu inanış, Ezidiler için koruyucu bir tılsım olsa da onları yüzyıllarca alay konusu yapmıştır. Bölgenin çocukları bile yıllarca oyunlarında Ezidi çocuğun etrafına bir çember çizerek onu hapsetmiş, çaresiz bırakmışlardır. Çemberden çıkarsa dinden çıkacağına inanan Ezidilerin ritüeli bir trajediye dönmüştür; bunu da Murathan Mungan “Mahmud ile Yezida” adlı oyununda dramatik olarak bizlere aktarmıştır.
Müslüman Mahmudla, Ezidi bir kadın olan Yezida’nın imkansız aşkını anlatan oyunda, sevdiğine kavuşamayan Yezida’nın kendisini bir çemberin içine hapsederek herkesin gözleri önünde ölmesi anlatılır. Böylesi bir özet cümleyle sıradan bir aşk hikayesi gibi görünen oyun aslında hem Ezidilerin törelerini anlamak açısından hem de özellikle çember inancının onlar için ne denli önemli bir kavram olduğunu kavrayabilmek için okunması gereken eserlerdendir. Çemberin esas amacı inananı korumak olsa da, Yezida’nın kederinde farklı bir amaçla karşımıza çıkar. Hastalıkları veya kötülükleri, bunlara sebep olacak varlıkları uzaklaştırmak amacıyla sihirli gibi algılanan bu çember, oyunda Yezida’yı korumak onun varoluşuna katkı sağlamak yerine yok oluşuna sebep olmuştur. Yezida hayali bir çemberin içerisinde ölümünü beklemiş, Ezidi kültüründeki çember inanışının trajik tarafını bizlere göstermiştir.
“Çember, çemberi çizen için komedi, içindeki içinse dramdır ama eğer biri kendini çember içine almışsa bu trajedidir...” (2)
Belirli bir grubun inancı olarak değerlendirip geçebileceğimiz bu kavram aslında insanın benliğini, bilincini sınırlayan sembolik bir hapishane olarak da görülebilir. Daha önceki bir yazımda ouroborosu kullanarak, varoluşsal açıdan döngüsel bir tavrımızın olması gerektiğini tartışmış, insanın kendisini bulması, bireyselliğine ulaşabilmesi için kendi içine bakması gerektiğini ifade etmiştim. (3) Ouroboros’un da çember şeklinde olması bir rastlantı değildir hatta tam da aynı sebepten dolayı; kısır bir döngüyü ifade ettiği için ortak bir noktaları vardır fakat ouroboros bireye ontolojik açıdan bir şey katarken, Ezidi çemberi entellektüel terminolojide bireyin bir yere ulaşamadan sonsuzluğa doğru (kendi yok oluşuna kadar) dönüyor olduğunu anlatmak için kullanılabilir. Ezidi çemberi insanın bilincine getirilen; fiziksel ve ruhsal olan engellere güzel bir örnektir. Yezida çevresindeki daireyi kendisi çizerek, fiziksel olarak kendisini sınırlamış ve kendisini yok etmiştir. Bunun ruhsal olarak yapıldığı koşullarda ise bu durum bireyi yine ölüme götürür. Fakat, buradaki ölüm fiziksel olarak hayatın son bulması değil, nefes almasına rağmen yaşayamayan bir bireye dönüşmenin trajedisidir; ruhsal açıdan bir yok oluştur kısacası.
Nasıl ki bir Ezidi çemberin içine kendini hapsettiğinde, ondan başka biri çemberi silip onu çıkaramıyorsa, birey de ruhsal olarak etrafına ya da bilincine getirdiği sınırlamalardan bir başkası aracılığı ile kurtulamaz. Bireyin hem fiziki ortamına, sosyal hayatına hem de bilincine getirdiği engeller sadece kendisi tarafından kaldırılabilir. Bu yüzden kişi, hayali döngüyü kırmak için bir başkasından yardım alsa da kendi dışındaki bir şeyle bunu başaramaz. “Şey” diyorum çünkü burada birey çemberi kırmak için sadece insana değil, nesnelere de başvurabilir. Para aracılığı ile insanın kendini tanımladığı objelere sahip olabilme lüksü, sözde çember kırmak için ideal bir yol olabilir mesela. Fakat kabul etmek gerekir ki bu durum bireyi insandan bağımsızlaştırıp maddi nesnelere köle eden, zincirlerini ortadan kaldırmak yerine onları farklı bir formata sokan varoluşsal engellerden başka şeyler değildir.
Çemberin içerisindeki öğeler maddi de olsa manevi de olsa, çember yapısı itibarı ile sonsuz bir döngü olduğu için, bireyi fiziksel yok oluşuna kadar bir tekrarın içine hapseder, onun bilincini köreltir ve böylece bahse konu kişiyi günleri aynılıkla devirerek hayatını bitirecek olan bir birey haline getirir. En iyi, derin, soyut, anlamlı olan öğe bile günün sonunda bir kısıtlamaya dönüşür ve güvenli olarak hissedilen ama görünmeyen bu çemberin içinde dönmek bireyin kaderi olur. Hayali sınırlamaların kırılabilmesi için ise bireyin “yeni/farklı” olanı deneyimlemesi, zaman değişirken aynı bedende aynı ruh olarak kalmaması gerekir.
“Hareket etmeyenler etraflarındaki zincirleri fark etmezler” (4)
Herkes yaşam alanını belirlerken bir çember yaratıyor aslında. Başka bir şehirde üniversiteye başlayan birinin düşünün. Önce en temel ihtiyaçlarını karşılamak için en güvenilir yerleri seçer ve bunlara alışana kadar o dairenin içerisinde yaşar. Sonra çember gittikçe genişler, yurt, kampüs, yemekhaneden oluşan alan sinema, bar, alışveriş merkezlerinden oluşan yeni bir fiziksel çevreye doğru ilerler. Kişi, halihazırda olanlara alıştıkça yeni yerlere; başlarda güvensiz görünen yerlere doğru hareket eder. Yaşam alanı bu şekilde nasıl değişirse, insanın ruhsal sınırları da aynı yönde gelişir. İdeolojimiz, vazgeçebildiklerimiz, bağlılık/bağımlılıklarımız, duygusal yükümlülüklerimiz, aile bağlarımız, beklentilerimiz, kavramlara atfettiğimiz anlamlar bizim hayali sınırlarımızı ve dolayısı ile “bizi” oluşturur. Bizim yarattığımız sonrasında da bizi yaratan bu sınırlar ile de yaşamaya başlarız; bazen sürekli daha geniş daireler arayışı içinde bazen ise hep aynı kısır döngüde.
Fiziksel olarak daha kolay genişleyebilme potansiyeli olan çemberlerimiz, maalesef manevi olarak o kadar kolay değişip gelişemiyor. Düşünme alanımız, yapısı, içerdikleri ve gereklilikleri açısında yaşam alanlarımız kadar rahatça büyüyemiyor. Daha büyük bir ev veya araba almak daha kalın bir kitabı okumaktan daha kolay nasıl mı oluyor? Düşünmemek ile; düşünmemeyi becerebilmek ve buna alışabilmek ile.
Birey her bir soyut çemberin içinde önce bir yabancı olur, sonra da yenilikleri keşfederek yabancılığını aşar ve onun içerisinde yaşamaya başlar. Zamana yenilince ise, o keşifler yerini alışkanlıklara, sıradanlıklara, güvenli ve bilindik alanlara bırakır. Kısacası yaşamanın yerini bir süre sonra nefes almak alır. Birey, dairenin avcunun içi gibi bildiği kenarlarına çarpa çarpa, ne başı ne sonu olan bilinç çemberinin, nerede başladığını hatırlamadığı ve de nereye neden gittiğini bilmediği bir döngünün içinde mevsimleri devirmeye başlar. Rasyonel olduğundan yegane olan birey için aslında olması gereken bilinç çemberini sürekli genişletmektir. İnsan mevcut olan sınırları ihlal ederek, onun kontrolüne girmeyi reddetmelidir. Çünkü varoluş süreci ancak bu şekilde hayata geçebilir.
Bir şeye alıştığınızda o şey artık sizin için sıradan olur, sorgulama gerektirmez, yeni bir şey vaad etmez; aynı insanların, işin, hatta dünyanın en güzel manzarası bile olsa aynı manzaranın bir süre sonra zevk vermeyeceği gibi. Kapıyı her açtığınızda karşılaştığınız yaseminin nasıl koktuğunu, güneşin yüzünü göremediğiniz bir kuzey ülkesinde hatırlarsınız en iyi. Denizin verdiği huzuru, göl kenarlarında “hiç yoktan iyidir” derken özlersiniz. Sürekli algıladığınız koku, tad, görüntü her seferinde size aynı hissi vermez çünkü artık farklı değildir. Bu hissiyat kişinin hatası ya da farkındalığının olmaması meselesi değildir; insan olmakla alakalıdır. Basit anlamda böyle açıklanabilen bu durumun bizim var olma sürecimizi de etkilediği aşikardır.
Kişi alışma evresini tamamladıktan sonra, elindekilerle yetinerek, fazlası için uğraşmayarak, ihtiyatlı olmakla korkak olmak arasında gidip gelirken etrafındaki çemberden rahatsız olmaz. Çemberle bu barışık olma hali, kişinin aslında varoluşsal açıdan nereye kadar gidebileceğini de belirler. İnsan bir oluş halindeyken; ki yaşadığı sürece böyle olması gerekir, kendisini sınırlayan herhangi bir şeyle barışık olmaması gerekir. Bireyin her gün fiziksel olarak uyanması kolaydır da asıl zor olan ruhsal uyanışla beraber “yaşadığını” hissetmesidir. Bunu hissetmek için de o sınırlara direnç göstermek gerekir. İdeoloji, dini inanç, ailenizin beklentileri, toplumun yazılı olmayan kuralları; bunların hepsi birer sınırlama biçimidir. Bu yüzdendir ki sizi çevreleyen bu soyut hapishane sizin ürününüz olsa da tamamen bilinçli olarak sizin tarafınızdan yaratılmış bir şey değildir. İçine doğduğunuz ve çoğu zaman da ailenizin size sunduğu öğelerden oluşan, bazen de bilinç dışınızın hikayelerinden etkilenerek oluşturulan bir yapıdır. Siz bunun içine bir şeyler daha ekleyerek kendinizi oraya hapsetmek ile yükümlüsünüzdür. Bir de kendi mutluluk ve özgürlük oynunuzu oynamakla.
Bunun için de sınırları sorgulamamak, çemberi bu haliyle kabul etmek, onu yıkmak genişletmek istememek gerekir. Şiirde de denildiği gibi, insan çemberin içindeyken kafası dışarda olursa mutsuz olur. Açıkçası, olanı olduğu gibi kabul ederek, hareket etmediğiniz için de sınırlarınızın sonunun nerede olduğunu bilmeden ve daha da kötüsü bunları bilmek istemeden mutlu mesut yaşayabilirsiniz. Gerçi radikal bir kararla bu örümcek ağlarını yıksanız bile, yine etrafınıza inançla, sistemle, toplumsal baskı ile yeni bir çevre örülecektir. Nasıl ki insan olarak düşünmeye mahkumsak, bu soyut köklerin varlıkları ile de yaşamaya mecburuz. Yapmamız gereken bunların etkilerini minimuma indirerek “ben” olabilmek, varoluş sürecimizi tamamlayabilmek, yek olabilmektir. Bunun için de güvenli çemberi sallamak; bazı şeyleri riske atabilmek gerekir. Yezida’nın kaderinde kendini sınırlayarak ölmesi yoktu; bu adanın da kaderinde başka bir güce bağımlılık ya da bölünmüşlük yoktur. Ne tüketim toplumunun kuklası olmak var kaderimizde, ne bu sistemin parçası olmak, ne de bana dokunmayan bin yaşasın mantığı ile yaşamak. Ne yazık ki bir çoğumuz o çemberlerin içinde dışarıyı düşünüp mutsuz olmamak için, var olan durumu kabul etmeyi tercih ediyor. Keşke bizi sınırlandıran şeyler sadece fiziksel olabilseydi, Kıbrıs’ı sınırları dediğimizde sadece Akdeniz’den bahsedebilseydik ve keşke Çember şarkısını dinlerken aklıma Kıbrıs’ın hapsolduğu bir imaj gelmeseydi.
Kaynakça:
Mungan, Murathan. “Çember”, 1983.
Mungan, Murathan. Mahmud ile Yezida (Metis Yayınları, 2016).
Yiğit, Pervin. Her şey karşıtını içinde barındırır. (Gaile, 3 Nisan 2017).
Luxemburg, Rosa.