Bir yazarın ya da romanın ayrıcalığının ve büyüklüğünün ne olduğuna dair çeşitli edebi ölçütler vardır kuşkusuz, ama galiba en basit ifadesi ile büyük yazar ya da roman, tekrar tekrar okumak ihtiyacı duyduğumuz, bundan bıkmadığımızdır. O yazarlar ve romanlar ki bütün zamanlarda geçerlidir ve her okuduğumuzda bize kendimizi anlatmakta, görünmeyen gizli dünyalarımıza uzakyakın ışıklar düşürmekte ve bu yüzden her seferinde bizi biraz daha sarsıp şaşırtmaktadırlar. Ve yine o yazarlar ve romanlar ki kendimizle ya da yaşadığımız hayat ve dünya ile kurduğumuz ilişkilerde aklımızın tıkandığı, ruhumuzun bunaldığı ve vicdanımızın köreldiği en sıkışık anlarımızda yaşam soluğumuz olmaktadırlar.
Coronaydı, bunaltıcı sıcakların miskinliğiydi, siyasetin hal-i pür melaliydi derken, eğer genç dostum, ”elimden bırakamıyorum” dediği, duygu ve düşüncelerini benimle de paylaşmak istediği Dostoyevski’nin ünlü “Ecinniler” romanı ile çıkıp gelmese ve kendimizi birdenbire, ayaklarımızı yerden kesen baş döndürücü Dostoyevski anaforu içinde bulmasaydık, yıllar önce okuduğum bu müthiş romana yeniden geri dönmeyecektim. İyi ki de gelmiş; hafızamda kimi ayrıntılarını yitirmiş olsam da eski göz ağrım “Ecinniler”i yeniden karıştırıp üzerine konuştukça, sadece insanın o hepimize ait cehennemi iç dünyasının gerilimini, acımasızlığını ve şiddetini bir kez daha hissetmekle kalmadım, bu dehşetengiz dünyanın aynı zamanda siyasetle olan yakın ilişkisini ve dahası yazıldığı günden bu yana yüz yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, bugün için de hâlâ ne kadar geçerli olduğunun bir kez daha ayırdına vardım. Orhan Pamuk’un “insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri, hiç şüphesiz, gelmiş geçmiş en büyük siyasal roman” dediği; E.H.Carr’ın ise “ahlâki-politik” sorun ekseninde örülmüş olan ve Dostoyevski’nin geleceği görmekteki “derin, kehânete varan” yeteneğinin de sergilendiği bir roman olarak nitelendirdiği “Ecinniler” tam da o tekrar tekrar başvurulacak ve okunacak büyük romanlardan biri. Dostoyevski ise bütün zamanların vazgeçilmez yazarlarının belki de en başta geleni.
Kendimi Dostoyevski rüzgârına kaptırmışken acaba nedir onu ve romanlarını (özellikle ‘Suç ve Ceza’, ‘Budala’, ‘Ecinniler’ ve ‘Karmazof Kardeşler’ dörtlüsünü) bu kadar ayrıcalıklı ve benzersiz kılan sorusunu -bir kez daha-sormadan edemedim. Bu konuda söylenmiş ve yazılmış çok şey var. Ama galiba can alıcı noktalardan biri de, hayatı ‘sürgün ve hapishane’ öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılabilecek olan yazarın (Dostoyevski devlete karşı bir komploya karışmak suçu ile idam cezasına mahkûm olmuş, infaza bir adım kala cezası Sibirya’da sürgün ve hapislik olarak değiştirilmişti), tam da ölümün nefesini hissettiği bu kırılma döneminde yaşadığı büyük sarsıntıda gizlidir. Özellikle sürgün ve hapishane yıllarında kendi kendisiyle başbaşa kalması ve bir hesaplaşma içine girmesinin o güne kadar sahip olduğu inançlarında ve değerler dünyasında (başta ahlâk olmak üzere) yol açtığı yıkım, onun kendi dışındaki dünya (dış gerçeklik) ile kendi iç dünyası (iç gerçeklik) arasında çok daha gerilimli ve şiddetli bir ilişkinin gelişmesine yol açmıştır. Öyle ki Dostoyevski için artık genel kabul gören ahlâki değerler anlamını ve geçerliliğini yitirmiştir ve o “iyinin ve kötünün alışılmış tanımlamalarının sınırından ötede bir gerçek”(lik) aramaya koyularak bunu da romanlarında ve o romanlarında yarattığı kahramanların varlıklarında (onların iç dünyalarında) dile getirmeye başlamış; dış dünyaya ait gerçekliğin insanın iç dünyasına yansımalarının, o dış gerçekliğe ulaşmada birincil derecede önemi olduğuna vurgu yaparak bunu roman kahramanlarının yaşamlarında sergilemiştir.
Sadece bu kadar da değildir. Dostoyevski’nin edebi başarısında edebi dehasıyla beraber -o sefil hayat içinde bu romanları böylesi bir dehaya sahip olan dışında başka kim yazabilirdi- trajik yaşamının bir başka boyutunun da etkili olduğunu söylemek mümkündür. Stefan Zweig “Dünya Fikir Mimarları” başlıklı üç ciltlik çalışmasında yazdığı Dostoyevski bölümünde, onun edebi başarısında sara hastalığının da (sık sık sara nöbetleri geçirmektedir) ayrı bir yeri olduğunu ifade etmektedir. Zweig’e göre “bu hastalık Dostoyevski’yi normal bir insanın hissedemeyeceği birtakım şiddetli duygulara ulaştırabilmiştir; ruhun ara-hallerini ve duyguların cehennemini esrarlı bir şekilde görebilmesini mümkün kılmıştır. Kişiliğinin olağanüstü ikiliği, en hummalı rüyalar içerisindeki uyanıklığı, duygu labirentlerinin en uç noktasına kadar varabilen zekânın bu kavrayışı, Dostoyevski’ye patolojik olguların metafiziğini yapmak ve bilimin neşterinin, teşrih masası üzerinde ancak parça parça keşfettiği gerçekleri bir bütün olarak anlatmak imkânını vermiştir.”
Gerçekten de Dostoyevski trajik yaşamının farklı evrelerinde ve hastalığına inat “hayata tutunmak ve hayatta ulaşılabilecek en üstün güce ve tutkuya erişebilmek için gereken şeytanî kuvvetin” etkisiyle, sahip olduğu inançları doğrultusunda insanın evrendeki yerini, kimi zaman Tanrı tanımaz ve isyankâr, kimi zaman ise Tanrı’ya inanan ve mütevekkil ama gerilimli bir ruh hali içinde; her zaman ahlâkı ve doğruyu, iyiyi ve kötüyü sorgulayan, bu bağlamda hem çok evrensel konuları temel sorunsalları haline getiren ve hem de bu sorunsallar ekseninde insanın iç dünyasının en görünmez yanlarına ışık düşüren, onun acımasız karakterini ve eğilimlerini bütün çıplaklığıyla ortaya koyan ve bunu da bilinçle bilinçaltı arasında gidip gelerek romanlaştıran bir yazardır. Bir büyük farkla ki onun roman kahramanlarında bu (ahlâki) değerler birbirinin zıddı olmaktan çok birbirine karışarak veya aynı anda birlikte varolarak ya da bilinen tanımlamaların ötesinde anlam kazanarak hayatiyet bulurlar ve yine bu kahramanlar bedenin değil daha çok “ruhun gözüyle –ve derinliğiyle-.” yaratılarak hafızalarımızda sonuna kadar yer edinirler. Ve sonuna kadar yaşanan tutkular olarak ifade edilen bu duygular belki de bu yüzden ürkütücüdürler.
Bu bağlamda Dostoyevski’nin roman kahramanlarının her zaman gerçekle sorunları vardır. Hayatın çıplak gerçeklerini oldukları gibi kabul etmekten çok, o gerçekleri aşmak ya da tutkuları ve ihtirasları doğrultusunda değiştirmek ya da o gerçeklere ulaşmaya çalışırken ”hayatı aşmak, sonsuzluğa doğru yükselmek isterler”. O kadar ki bu yolda kimi zaman kendi hayatlarını, kimi zaman da kendi tutkuları ve ihtirasları adına başkalarının hayatlarını harcamakta hiç tereddüt göstermezler. Acı, ıstırap ve şiddet yaşamlarının vazgeçilmez duyguları olarak yaşanır ve bu serüven en yoğun biçimde ve bir o kadar da ağır bir azap olarak iç dünyalarında geçer. Acı çekmek onlar için adeta varolmanın tek ölçütüdür ve “şu yeryüzünde ancak acı çekildiği takdirde gerçek sevgiye ulaşmak mümkün olacaktır.”
Siyasal bir cinayet haberinden hareketle yazılan “Ecinniler” romanında ise Dostoyevski insanın ne ve kim olduğunu, onu var eden temel değerlerini (ahlâki varlığını) bu kez siyasal idealler, inançlar ve artık vazgeçemediği Tanrı ve özgürlük ekseninde sorgulayarak, bir bakıma bunların, yine insanın -yüce ideallere sahip olsalar da- karanlık ve dipsiz kuyusu olan iç dünyasındaki karmaşık ve çelişkili izdüşümlerini ortaya koyar. Buradan hareketle, yüce ideallere bağlılığın bazen gönüllü bir intihar olarak ifa edilişini (Kirillov); bazen herkesi ve herşeyi harcayan bir acımasızlık örneği oluşunu (Pyotr Stepanoviç); bazen bir ihanetin kurbanı haline dönüşmesini (Şatov) ve bazen de derinden derine bir ruh ve bilinç karmaşası olarak zorunlu bir intihara varışını (Stavrogin), kimi zaman ironik kimi zaman ise uçlarda gezinen ve birbiri içine karışan zıt duygu patlamalarıyla yoğunlaşan sarsıcı bir dille anlatır.
Dostoyevski’yi okumak –tıpkı diğer büyük yazarları okumak gibi- ‘ne yapılmalı?’ sorusu peşinde koşan insanoğluna belki aradığı yanıt(lar)ı vermeyecek ama onu ‘kim’ ve hayatın anlamının ‘ne’ olduğuna dair kendisiyle yüzleşmesini sağlayacak sarsıcı bir iç yolculuğuna çıkaracaktır.
Vazgeçilmez olması da en çok bu yüzdendir.