Uluslararası topluma açılmakla övünebilirdik; dünyanın en önemli markaları gelir yatırım yapardı o zaman, gençlerimiz UEFA kupası hayalleri kurardı, Air France ya da British Airways uçardı buralara…
En büyük camiyi yapmakla övünüyoruz.
Bilgi değil odağımız, dua!
Bilimin, sanatın ya da felsefenin değil hurafelerin yol göstericiliğinde ilerliyoruz.
Evrensel hukuk ya da insan haklarını umursamıyor, böylesi değerleri, davalar kapıya dayandığı zaman anımsıyoruz.
Yüksek standartlarda üretimi, koruyucu sağlık sisteminin etkinliğini, karayollarının kalitesini, iş ve işçi güvenliğini, eğitimde üstün başarıları konuşabilirdik.
Katilleri yakalamak için polisin kaçakçılarla yaptığı karanlık işbirliğini alıyoruz gündemimize…
***
Trafikte her gün bir can yitiriyoruz.
Her gün bir başka kadın şiddet gördüğü şikayeti ile sığınacak yer arıyor.
Rüşvet iddiaları başımızı döndürüyor, şaibeler birbirini kovalıyor, yığıldıkça yığılıyor alacak verecek davaları, yalan sıradanlaşıyor.
Nüfusun yarısı Türkiye’ye, öbür yarısı Avrupa’ya gitmeye korkuyor.
Böylesi bir ortamda en üst düzeyden şu temenni geliyor:
“KKTC 6 minareli camiye kavuştu. Tekrardan hayırlı olsun…”
***
Kayıt dışı bir devlette, uluslararası toplumun tümüyle dışında, bölünmüş bir ülkede, vesayet altında yaşıyoruz ve maalesef vasata alıştırıldık. Yaygaranın, düzeysizliğin, kokuşmuşluğun alıcısı var.
Dijitalleşme gibi gailelerimiz, teknoloji üretmek gibi yüksek hedeflerimiz yok, şimdilik, sokak lambalarını yakabilmeyi başarı kabul ediyor, seviniyoruz.
Dünyaya entegre olmak yerine giderek daha çok kapanıyoruz içimize… Küresel ölçekte başarı öyküleri yazmayı hayal bile edemiyoruz. Uyuşturuluyor ve uyutuluyoruz dinle, milliyetçilikle, işimizi arka kapıdan görmekle, vergi kaçırmakla, alın teri dökülmemiş servetle…
En zenginden yoksuluna kaygıyla uyanıyoruz; hep bir korunma güdüsü var ve buna karşılık haysiyet, etik, adalet falan umursamadan yaşıyoruz.
***
“Toprağım” diyemiyorsun yaşadığın yere çünkü hileli, tartışmalı, ihtilaflı… Nüfusunu konuşmaya utanıyorsun… Parti başkanını seçebilecek kadar dahi iraden kalmamış… Muhtarlık dışında tüm seçimlerin tartışmalı… Rüşvetle, yolsuzlukla, illegal işlerle nam salmışsın… “Devletim” diyorsun yüzüne bakan yok; talimatla yönetiliyorsun. Süklüm püklümsün denizin ötesinden kim gelse karşısında…
Göz göre göre yıllardır zehir soluyorsun ve elektrik santrali bacasına filtre koymaya dahi dermanın yok. Sanayi bölgelerin pislik yığını, mezbele… Çocukların başına yıkılıyor okullar…
Memleketine özgü hayat tarzını koruyamıyorsun, sahip çıkamıyorsun yaşam değerlerine, yaranmaktan körleşmişsin, kendi kimliğinden korkuyorsun…
***
Birbirine her gün biraz daha yabancılaşan yabani bir kalabalığın içinde sürüyor yaşam, hep bir kaos ortamı, gelecek belirsizliği ve öngörüsüzlük içinde… Kir büyüdükçe, çirkef yatağı genişledikçe, bataklık derinleştikçe minarelerin sayısı artıyor, bayrakların boyutu, anıtların heybeti…
***
Leonardo Da Vinci’nin “Sadelik en yüksek gelişmişlik düzeyidir” sözüne inat dağdaki bayrağa, eteğindeki camiye odaklanıyoruz. Bir çocuğun masumane sorusuna verecek halen bir yanıtımız yok ne yazık: “Bizim ülkemiz hangisi?”
Tekrardan hayırlısı olsun!
Yaşıyoruz ya bin şükür…
Ne yapsınlar, elleri kolları bağlı
"En yüksek kamu maaşı asgari ücretin iki katını aşmamalı"
“Asgari Ücret En Yüksek Kamu Maaşına Endekslensin” diye bir kampanyası var, Bağımsızlık Yolu’nun… Asgari ücretliyi odağına alan bu çabalarını takdir etmekle birlikte, böylesi bir yöntemin sonuç alıcı olacağına inanmıyorum.
Belki kulağa hoş geliyor ama bu yaklaşımla çözüm yaratmak mümkün değil...
Üstelik "en düşük kamu maaşı" alanlar da mağdur...
Hayat pahalılığı yansıması ve diğer artışlar kıdemli kamu çalışanlarını koruyor en fazla...
***
“En düşük kamu maaşını” hedef almak yerine…
"En yüksek kamu maaşı asgari ücretin iki katını aşamaz" denmelidir.
Niye?
Çünkü böylesi bir süreç "karar vericilerin" maaşlarını doğrudan etkileyecektir.
Bakanların, vekillerin, müsteşarların!
Hatta kamuoyundaki öncülerin; sendikacısından parti sözcüsüne pek çoklarının…
Asgari ücret artmazsa kendileri de aynı gemide olacaktır o durumda...
Gözünü kamudaki maaş artışına çeviren sermaye kesimi dahi “asgari ücret artmalıdır” diyecek o zaman…
***
İddialıyım.
Kesin çözüm olur!
"En yüksek kamu maaşı asgari ücretin iki katını aşmasın" kararı çıksa...
Görürsünüz o zaman nasıl da yerinden oynar taşlar...
Kuru kalabalık
“20 kişiydiler, yaklaştım ve hepsine dikkatle baktım; aralarında tek bir Kıbrıslı yoktu…” diyor fotoğraf sanatçısı Tevfik İleri ve Girne Limanı’ndan, o nostaljik fenerden bir an paylaşıyor.
Toplu taşıma araçlarından birine girseniz örneğin…
Yine tek bir Kıbrıslı bulamazsınız.
Ama örneğin bir kamu kurumuna gitseniz, daireye, epeyce Kıbrıslının orada olduğunu görürsünüz…
Ya da gece bir meyhaneye…
Kıbrıslı çoktur.
Meclis’teki görüntü sokağı yansıtmıyor örneğin, değil mi?
Kamu okullarında göçmen çocukları var çoğunluk… Özel kolejlerde Kıbrıslı…
Böyledir...
***
“İngiltere’de İngiliz göremezsiniz” derlerdi geçmişte…
Avrupa ülkeleri için anlatırlardı bu örneğin…
Nüfus fazlaca değişti, bu gerçek…
Hem kontrolsüz değişti, hem kontrollü…
Hem bilinçli bir nüfus aktarımı oldu ada yarısına, hem de bilinçsiz bir çoğalma…
Şimdi tam bir kuru kalabalık gölgesinde, görünmez oluyor, buralı toplum…
Kıbrıslı var, ancak kabuğunda!
Kamusal alanda Kıbrıslı çoğunlukla yok.
Ülke giderek kaybediyor karakterini…
Ada'nın 60'lı yılları gibi "gettolaştı" hayat kuzeyde!
Nüfus değişmekle kalmıyor, o değişen nüfus, iradeyi de farklılaştırıyor, demokrasiyi de etkiliyor, piyasayı da…
***
Gazeteci-yazar Ahmet Okan'ın bir deyişi aklıma geliyor.
"Şimdi ne kaldı geriye, yabancılaşmış evlerden... Öksüz sokaklardan başka... Bir tekmil her şeyi yok edip viraneye çevirirken... Bu kadim ülkede hâlâ yaşıyor gibi yapıyoruz... "