Uygar Erdim
uygarerdim@gmail.com
Bir ülkede televizyon kanallarının görsel anlamda plansız olması, o ülkedeki şehirlerde olur olmaz yerlere binaların dikilmesiyle benzeştirilebilir. Özellikle KKTC’de vuku bulan bu estetiksel bozulma, kendini medya da dâhil başka alanlarda göstermiştir. Hatta, bu konu genel anlamda 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyindeki yer işgaliyle bile bağdaştırılabilir. Burada ‘yer işgali’ siyasi anlamda kullanılmamıştır. Fakat ganimet kültürünün, kendini sadece haksız arsa ve ev alımlarında değil, kentleşme, günlük şehir yaşamında, değişen nüfus yapısı ile başkalaşım geçiren davranışlar ve dolayısıyla medyada da hissettirmiş olduğunu söylemek mümkündür. Bu elbette ki sadece bir varsayım. Bu varsayıma da hem kent içerisinde hem de yerel televizyonların ekranlarındaki görsel –ve hatta işitsel- benzeşmeyi gözlemleyerek vardım. Somut bir örnek olarak kuzeydeki televizyon yayıncılığında sıklıkla karşımıza çıkan bir durumu gösterebiliriz. Özellikle canlı yayınlarda, bazı haber programlarında, ekranın altında gereksiz yer kaplayan grafik ve yazı çokluğu vardır. Mesela, önce program sunucusunun ismini yazıp -‘Ahmet Mehmet’in Bugünkü Konuğu Uzm. Dr. Hatice Netice’ (isimler sadece temsili ve uydurmadır)- sonra konuğun ismini yazarak, hangi konu hakkında konuşulduğunu yazmamak ve bunu güncellemeyip, bu veriyi programın başından sonuna kadar kullanmak, başlı başına bir yer ve zaman işgalidir. Mesela programa özgür bir durum olmadığı sürece sunucunun ismini sürekli ekranda tutmanın bir gerekliliği yoktur. Sırf bu yer kaplayan kelimeler yazılacak diye kısaltmalarda da akıl almaz Türkçe hataları yapılmaktadır. Ancak bizim televizyon yayıncılığında, diğerine bakıp onu doğru varsayarak yapmak yaygın olduğu için, benzer uygulamaları başka televizyon kanalları ve canlı yayınlarda da görmek mümkündür. Televizyon seyrederken sıkça denk geldiğim bu durum, bana nedense günlük şehir yaşamında karşılaştığımız bazı olayları anımsattı.
ŞEHRİN MEDYADAKİ GÖRSELLİĞE YANSIMALARI
Ülkedeki kentleşme ile televizyon ekranlarındaki görsel tasarım arasında bir benzerlik vardır. Gittikçe azalan yeşil alanların yerine binaların yapılması ile ekranlarda bolca yazının ve şeklin bir araya gelerek boşluk bırakılmaması bu benzerliğin somut bir örneği olarak kabul görebilir. Ne yapılması lazım? Elbette ki medya için bir ‘görsel imar planı’ çıkaramayacağımıza göre, şehirleşmede olduğu gibi ekranın ‘nefes aldırmasını’ sağlayacak planlamalar yapmaktır. Televizyon ekranlarında fazladan yazı yazarak ekranda gereksiz yer kaplamak, boş gördüğü bir ev önüne hemen arabayı park etmek, bir engelli park yerini işgal etmek, ve 1974 sonrasında boş(!) arazileri ve arsaları dağıtmak arasında bir bağlantı olması mümkün müdür? Görsel zevklerimizin de içerisine girmiş olan bu ‘alan kaplama’ olayının ganimet kültüründen kalma bir bilinçaltı davranışı olması muhtemel midir? Elbette ki bu ekranları hazırlayan yayıncı arkadaşlar üstüne alınmasın. Eski bir medya çalışanı ve yüksek lisans tezini ‘televizyon yayıncılığında estetik’ üzerine yapmış birisi olarak, sadece sıkça uygulanan bu estetiksel bozukluğun bir tesadüf olmadığını belirtme niyetindeyim. Bu, sadece ganimet kültürü ile ilişkilendirilecek bir durum da değildir fakat bu noktada yer kaplama olayı önemsiz bir ayrıntı değil. Her köşe başına bir bakkal, her boş araziye bir site, üniversite, her doğal güzelliğin içerisine bir hotel, inşaat yakınlarında moloz yığınlarının uzun süre boyunca arazide kalması, başkalarının hakkı olan devlet işine alakası olmayan insanların yerleşmesi ve yerleştirilmesi, devlet dairelerine gereğin çok üzerinde eleman alımı yapmak, yavaş gideceği halde hızla yola çıkıp trafiği aksatacak sürüş yapmak, tek arabayla iki veya üç arabalık alan işgal edecek şekilde park etmek, çevreyi kirletmek… bunların hepsi yer ve zaman işgaline farklı ama benzer birer örnektir. ‘Kentte Sinema, Sinemada Kent’ isimli kitapta kent ve insan arasındaki ilişkinin –tabii konuyla ilgili seçilmiş filmlere de göndermede bulunarak- çok güzel bir tasviri verilir. “Kentsel alanla ilgili deneyimlerimizdeki tasarlanmış kentlerin önemi üzerine yazarken Paul Pattoni postmodern paradigma dönüşünü özellikle kentsel alana yerleştirir:
‘(Post)modern kentin yerleşik insanlarının artık kendi performansından ayrı bir özne olamamasıyla, benlik ve kent arasındaki sınır da kayganlaşır…kendisi kentlilik deneyiminin ürünü olan öznenin deneyimlediği kent, kenti oluşturan işaretlerden tam oalrak ayrılmadığı gibi, tam olarak bu işaretlerle tanımlanmayan merkezsiz öznedir…”[1]
O yüzden günlük yaşantımızda bolca karşımıza çıkan bu işgal sorununun, televizyonda benzer şekilde tezahür etmesi çok da şaşırtıcı değildir. Bu sorunların çoğu eğitim ve hayat pratikleri ile çözümlenebilecek durumlardır. Nasıl ki bir şehir; mimarlar, şehir planlamacıları, çevre düzenleyicileri tarafından düzenlenirse, televizyon ekranları da grafikerler, stüdyo tasarımcıları ve idari amirler aracılığı ile düzenlenir. Ama özellikle bizim televizyon yayıncılığında, hem maddi kaynak yetersizliği, hem de çalışma alanlarının azlığı, stüdyo tasarımcısı, grafiker gibi iş unvanına sahip elemanların bulunmaması dolayısıyla, sanatsal yaklaşım gerektiren tasarımlar, sadece teknik bilgiye sahip teknik elemanlar tarafından yapıldığı için görsel anlamda uyumsuzluklar oluşmaktadır. Ya da, medya patronlarının, program sunucularının yersiz müdahaleleri de bu uyumsuzluğun nedenleri arasında gösterilebilir. Bunun bir gelenek halini almış olması ise, televizyon yayıncılığının karşılaştığı en büyük sorunlardan birisidir. Çünkü bir binanın sadece inşaat ustası tarafından tamamlanmayacağı gibi, arkasında görsel bir planın olmadığı ekranlar, uyumsuzluk yaratmaya ve beğeniden uzak durmaya mahkûmdur. Ancak bazen medya patronlarının gerek görmemesi, bazen gerçekten maddi sıkıntılardan dolayı kanallardaki eleman eksikliğinin yerini var olan personel ile giderilmeye çalışılması da bu problemi maalesef istikrarlı bir şekilde devam ettirmektedir. Burada teknik elemanların görsel yaratıcılığa sahip olmadıkları sonucuna varılmasın. Bir çalışanın her ikisi de olabilmise mümkündür. Zaten televizyon yayıncılığını kendine meslek edinmiş birisinin hem teknik hem de yaratıcılık boyutunda kendisini sürekli geliştirmesi gerekmektedir. Ancak tam da şehirlerimizdeki gelişigüzellik ve çevresel kirlilikler gibi, ekranda güzel bir bütün görmek yerine, parça parça dağılmış güzellikler ve çirkinlikler bir araya gelerek daha çok bir karmaşa yaratılmıştır. Dolayısıyla, şehrine benzeyen televizyon yayınları ortaya çıkmaktadır. Çevresel kirliliğe karşılık görsel kirlilik, trafikteki ses kirliliğine karşılık ise yayında çok sayıda sesin bir araya gelerek anlaşılır olmaktan uzak sadece bir gürültü olarak tanımlanabileceği benzer durumlar söz konusudur. Ses kirliliğine televizyonculuktan bir örnek göstermek gerekirse, özellikle haber VTR’lerinin bitiminden sonra tekrar stüdyoya geçildiğinde VTR kaydının ses seviyesi ile sunucunun ses seviyesi arasındaki muazzam farklılık buna bir örnektir. Yine haber içerisindeki röportajların ses seviyeleri, kameranın kaydettiği atmosfer sesinin yüksekliği ve üstüne bir de haberin dramatikleştirilme çabası içerisinde müzik kullanımı, seslerin birbirine girmesine sebep olmaktadır. Bu seslerin ayarlanması ve bir dengeye konulması muazzam bir dikkat ve bununla beraber zaman gerektirmektedir. Fakat hem haber yapımının ve yayının kendisi hızlı olmayı gerektirip hem de hızlı davranamayacak kadar az bir personel ile çalışıp yapılabilecek olandan daha iyi işler çıkarmaya çalışırken, sonuç olarak ortaya ‘birkaç iyi’ işten ziyade ‘birçok hatalı’ iş çıkmaktadır. Bunlara da çoğu zaman gereken dikkat gösterilmemekte, bu yüksek taleplerden vazgeçilmemekte ve/veya bu talepleri karşılayacak personel alımına gidilmemektedir. Güzel bir yayıncılık kazandırmak adına bu tarz eleştiri ve özeleştirileri yapmanın gerekli olduğu kanaatindeyim. Konumuz daha çok şehir ve medyanın görsel kirlilik benzeşmesi olduğu için medyadaki diğer sorunlar derinlemesine bu yazıda irdelenmeyecektir fakat özellikle Kıbrıs’ın kuzeyinde özel sektörde emek-sermaye mücadelesinin en yoğun şekilde yaşandığı alanlardan birisinin de medya sektörü olduğu unutulmamalıdır. Yani bu yazıdaki konumuz olan görsel kirliliğin bir başka sebebinin, emeğinin karşılığını maddi-manevi alamamak olduğunu da vurgulamak gerekiyor.
Bir başka değinilmesi gereken konu da, televizyon yayıncılığında ekran hazırlamanın sadece teknik bir olay olmadığıdır. Bu, yaratıcı sürecin bir parçasıdır. Bir ressam, tablosunu çizerken teknik bir olay yapmıyordur. Aynı şey, bir kameraman kompozisyon seçerken ve grafik tasarımcı grafik hazırlarken de geçerlidir. Çünkü, televizyon yayıncılığı içerik ve uygulama bakımından çok daha hızlı gelişirken, Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan sistemsel yavaşlık, dünyadaki örneklerinden çok geride kalmasına sebep olmaktadır. Daha önce Kıbrıs’ta sinema yapımı için minimalizmi bir öneri olarak getirmiştim. Aynı öneri televizyon yayıncılığı ve yapımcılığı için de yapılabilir. Aslında hayatın birçok alanı için bu felsefenin denenmesinin bize önemli zenginlikler katacağını düşünüyorum. Gereksiz yere otomobil, kamyon, tır dolu yollar, gerekliliği aşan parasal harcamalar, birçok şeye fazladan sahip olma isteği, sürekli bir tüketme ihtiyacı istemek, bir alan işgali ile ilgilidir. Sanki her şey elimizden kayıp gidecekmiş gibi, sahip olduklarımıza sarılmaktan çok, sahip olmadıklarımıza zorla da olsa (lüks bir araba veya son çıkan telefonu satın almak için borçlanmak gibi) sahip olma ihtiyacı duyarken, bir taraftan manevi hazinemizden ve mutluluğumuzdan ödün veriyoruz. Halbuki her şeyin yeteri kadarıyla mutlu olabilsek hem kendi hayatımızda hem de çevremizde birçok şey değişecektir. Bir alt-yönetim olma durumu ve ganimet kültürü bu yozlaşmayı ve zevksizliği sürekli beslemektedir. Bir taraftan yara kapatan hücreler gibi olumlu şeyler yapılmaya çalışılsa da, vücudun başka yerinde sürekli yeni yaralar açılıyor ve hücreler bu deformasyona artık yetişememe durumundadırlar. Bu boş verme alışkanlığı içerisinde bir nesil bile yetişmiştir. O yüzdendir ki, görsel zevke ve uyuma, uyumsuzluk karışmış ve daha da kötüsü, bir alışkanlık ve normallik halini kazanmıştır.
Şehirdeki ve anayolun kenarlarındaki göz alıcı ve rahatsız edici tabelalar ile televizyondaki banner reklamlar ve her köşeden bir bilgi verme ihtiyacı arasında bir fark yoktu. Kapitalizmin dikkat çekemediyse göze sokma planı devreye girmiştir sadece. Yine de bizdeki yayıncılıkta sorun, biraz da teknik altyapının yetersizliğinin etkisiyle de, ekranda hem reklamı hem haber bandını, hem de o an yayınlanan program altyazı ve grafiklerinin aynı anda yayınlanıyor oluşudur. Dolayısıyla kapitalizmin bile amacına ulaşamadığı bir durum söz konusudur. Ne aktarılmak istenen haber, ne de dikkat çekilmek istenilen reklam gerekli ilgiyi böyle olduğu takdirde göremeyecektir. Sadeleşme gerekliliği, en çok banner reklamlarda ve program altyazılarında kendini göstermektedir. Halbuki, şehircilikteki bisiklet yolları gibi, bir dikdörtgen alana sahip televizyon ekranının bilgi akışının en rahat yapılacağı şekilde dizayn ediliyor olması gerekmektedir. O yüzden daha az yazı, birbirine karışmayacak renkler ve stüdyo tasarımıyla uyumlu olacak renk ve ışıklandırmayla ekran inşasının önemini anlamak gerekmektedir. Aksi takdirde, izleyicinin de, kaldırımda yürüyemeyen vatandaştan farklı kalmayacaktır.
Ekonomik ve teknik altyapı yetersizliği de elbette ki kalitenin azalması bakımından önemli nedenlerdir. Fakat televizyon yayıncılığında, özellikle ‘yeni yayın dönemi’ olarak kabul edilen süreç, bizde daha çok sadece tanıtımlarla kendini gösterip, içerikte çok bir farklılığa yer vermeme ve her zamanki gibi devam etme şeklinde gerçekleşmektedir. Başarı genellikle kısa dönemsel bir motivasyon aracıdır. Belki kamera önündeki sunucular değişmiştir, belki programcıların sayısı artmıştır. İşin ilginç tarafı belki reklam gelirleri de artmıştır ama kuzeydeki televizyon yayıncılığında maalesef ‘altyapı’ ve kamera arkası eleman sayısı genelde uzun yıllar değişiklik göstermemektedir. ‘Teknik eleman’ ibaresini kullanmak istemedim çünkü kamera arkası genel kanının aksine, sadece teknikle kısıtlanmış bir alan değildir. Çünkü bir televizyon ekranını oluşturmak, farkında olunmasa da bir tarihsel ve sanatsal süreçten geçtikten sonra gerçekleşen bir olaydır. O hem görsel hem de işitsel bir olaydır ve mimari, resim, fotoğraf, müzik, sinema ve belgeselin harmanlanmasıyla, kendi tekniğine uygun olarak hayat bulmuştur. Yine de belirtmek gerekir ki, eskiye oranla kaliteli yayınlar ve yapımlar ortaya koymanın farkındalığı artmış durumdadır. En azından bu, televizyon kanallarının tanıtımlarında kendini göstermektedir. Günümüzde hem internet yayıncılığının yükselişi, hem de televizyonun sadece ana akım medyası etkisinde kalması sebebiyle gittikçe popülaritesini ve gücünü kaybetse bile, görüntü ile alakalı olan birçok yayın şekli, yukarda bahsedilen alanlardan beslenmek durumundadır. O yüzden, medyada görselliği yaratan arkadaşlara tavsiyemdir ki bu sanat dallarından hepsini olmasa bile bazılarını biraz araştırıp, sanat icra ediyormuşçasına mesleklerini ileri seviyeye taşımalarıdır. Bu noktada sanat ve estetik tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Bauhaus Okulu’ndan bahsetmek yararlı olacaktır. Sözcük anlamı ‘yapı evi’ olan Bauhaus’un kurucusu Alman mimar Walter Gropius, okulun misyonunu Bauhaus Bildirgesi’nde dile getirmiştir: “Mimari, çömlekçilik, resim ve heykel gibi çok çeşitli dallara mensup sanatçıları ve zanaatkârları bir araya getirip işbirliğine dayalı bir topluluk oluşturmak. Gropius’a göre sanatın güzelliği, görsel albenisinin yanısıra gündelik hayatla olan bağlantısında ve bu hayat için sağladığı faydada yatmaktadır.”[2]
Bu yazıda sadece bir durum değerlendirmesi, eleştiri ve özeleştiri yapılmıştır. Kirletmemeyi öğrenmek, temizlemeyi öğrenmekten daha önemlidir. Televizyon yayıncılığında da benzeri bir durum söz konusudur. Görsel kodlamalarda gereksiz yere birçok ikonu, grafiği ve yazıyı aynı anda sınırlı bir dikdörtgen içerisinde kullanırsanız beyin onu algılamakta zorlanır ve seyir eylemi artık yormaya başladığı için izleyici ilgisini o ekrandan çekmeye başlar. O yüzden ekranda sadece gerekli şeyleri tutarak, bilgilerin daha sık bir biçimde değiştirilmesi hem ilgiyi hem de görsel beğeniyi daha canlı tutacaktır. Önerim şudur ki, sadece televizyonun değil ama görsel medyanın, sanat eserlerinden ve sanattan ve kendi kültürünün ikonografisinden daha çok beslenmesi hem daha öznel hem de özgün yayınları artmasına yardımcı olacaktır. Şehrine benzeyecek medya değil de, şehri değiştirecek ve insanını olumlu anlamda gelişmesine katkı sağlayacak bir medya olması ve medya sektöründe bir sanatçı gibi çalışan emekçilerin değerlerinin bilinmesi dileğiyle…
[1] KENTTE SİNEMA, SİNEMADA KENT, Nurçay Türkoğlu-Mehmet Öztürk-Göksel Aymaz, Yenihayat Yayıncılık (2004)
[2] SANAT 101, Eric Grzymkowski, Say Yayınları (2015)