Tembellik Hakkı

Dr Filiz Besim


1883’de yazmış Paul Lafarguen ‘Tembellik Hakkı’ adlı kitabı… Kitabın adına bakıp da bu kitapta insanoğlunun nasıl tembellik  edeceğinin anlatıldığı sanılmasın… Sosyalizmin ünlü düşünürlerinden ve eylem adamlarından olan Paul Lafarguen,  insanlara ‘yan gelip yatmayı ’, ‘armut piş ağzıma düş’ gibi bir yaşam tarzını da önermiyordu bu kitabında... Karl Marx’ın damadı da olan bu ünlü düşünür, o günlerde sadece burjuva kapitalizminin acımasız sömürü ve çalışma koşullarında bulunan gerek çevre ve gerekse genel anlamda işçi kitlelerinin insanlık dışı bir durumda çalıştırılmasına karşı çıkıyordu.

Devrimci yazıların başyapıtlarından, sosyalizmin klasiği niteliğindeki bu kitabın yazarı elbette emek vermeden insanca yaşamanın elde edilemeyeceğini biliyordu. O günlerde işçi sınıfının öldürücü çalışma saatlerine karşı büyük bir tepki vardı. 1848’de Paris için çalışma saati günde 10, taşra için 11 idi.. Ve daha sonra da alınan bir kararla fabrika ve yapım evlerinde toplu çalışma saati 12, arkasından 17 saat olarak belirlendi...

O günlerde Babeuf’tan, Robert Oven’dan Marx’a kadar tüm devrimci düşünürler zorunlu çalışmayı öneriyorlardı. Yazda 7, kışta 6 saatlik seviyeli ve verimli bir çalışmayı savunuyorlardı. Buna karşılık Lafargua hepsinden ileri gidiyor ve günde 3 saatlik çalışmanın yeterli olacağını söylüyordu.

Tembellik, yani boş zaman hakkını aslında bunlardan önce dile getiren bir başka düşünür daha vardı. Jean Jack Rousseau, 1758 tarihli “d'alembert'e” mektup adlı yazısında şöyle der:

"Halkın, ekmeğini kazanmak için harcadığı zamandan başka zamanı yoksa, yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek, yoksa, uzun süre kazanamaz olur ekmeğini… Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, aynı zamanda da haz duymasını ister. Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır."

Lafargue de, çalışmaya değil, insanı insanlıktan çıkaran aşırı çalışmaya karşı savaşıyordu. Ona göre, 19. yüzyıldan beri işçi sınıfının başına bela olan şey "aşırı çalışma"ydı. Bu tempo, işçileri her türlü düşünsel yozlaşmaya, fiziksel rahatsızlıklara götürüyordu. Bu yalnızca bir kötülük değil, aynı zamanda delilikti de... İşte Lafargue, işçileri, bellerini büken bu delilikten kurtarmaya çalışıyordu.

Peki, ama günümüzde yakalandığımız bu çalışma hastalığı nedir? Bu yoğun çalışma temposu içinde, hiç vakit yok sevdiklerimize, çocuğumuza, belki kısa bir süre sonra hayatımızda olamayacak olan anne ve babamıza…

Aslında aylak aylak sahillerde gezmeyi, uzun uzun masmavi denize bakmayı ve geceler boyu yıldızları seyretmeyi planlarken; diğer yandan elimizde lap-top’umuz ve akıllı telefonlarımızla aman bir şey kaçırmayım derdindeyiz. Büyük hayallerle planlanan tatilde, otele adım atar atmaz  ilk sorulan şey internet bağlantısı…

Cep telefonları hep kulaklarda, hiç  durmadan memleketi kurtarıyoruz!... Harcadığımız tek kullanımlık hayatımızı hiç umursamadan… Yanı başımızda açan çiçekleri göremeden, koklayamadan değişen mevsimlerin kokusunu… Tembelliğe ayırdığımız  zamanı da,  aslında beynimizi kemiren o kanser hücrelerine, çalışma hastalığına altın tepside sunuyoruz.

Bir zamanlar burjuva sınıfının işçilere ve kölelere yaptığını biz şimdi kendimize yapıyoruz. Bilerek ve isteyerek “kapitalizm” denilen sömürgenin esiri oluyoruz. Daha çok ev, daha çok araba ve her şeyin daha çoğu…. Ya da bazen aslında çok da ne için kendimizi çalışmaya esir ettiğimizi bilmeden yitiriyoruz zaman kavramını… Çoğu zaman “hayır” demeyi bilemeden, kaçırdığımız minicik mutluluk fırsatlarını anlayamadan… Basit yaşamanın en güzel yaşam biçimi olduğunu kavrayamadan…

Yine de ne yalan söyleyim bu büyük düşünürün o günlerdeki düşüncelerine takıldığım zaman bazen kendimi, kendimle çelişir bulurum. Ben ki hep ‘’Bizi çalışmak, üretmek kurtarır’’ derim. Hammallık, angarya, ter dökmek, emek vermek, didinmek, tırnaklarınla kazımak, yani tam bir işkoliklik hali ile yaşamayı tarz edinmiş biriyim.

Böyle yaşamayı severim. Kariyer için değildir benim çalışma aşkım, mevki için hiç derdim olmaz ama garip bir çalışmaya aşık olma halidir benimkisi... İşte bu düşüncelere takıldığım zaman da; Paul Lafargue gibi çağlar ötesi bir düşürürle çatışmadığımı söyleyemem.

Ben yine de benim gibi işkoliklere sesleniyorum. Tek kullanımlık bu yaşamda bazen tembellik hakkımızı kullanmak iyidir. Aylak aylak dolaşmak, amaçsız zaman geçirmek ve süresiz pineklemek... Yok bunu sürekli değil ama en azından  kendimiz için ayıracağımız boş zamanlarımızda yapmak gerek. Hani sanki yarın bu hayat sona erecekmiş gibi…

 

(Arşivimden 2008)