Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com
Yirmi birinci yüzyılın başında (Kasım 2001 ve Haziran 2002 tarihleri arasında), İngiltere’nin Loughborough ve ABD’nin Duke Üniversitesi’nde “hem teoride hem de teoriden ‘sonra’ etkili olmuş” dört önemli akademisyen-düşünürle (Jacques Derrida, Frank Kermode, Chiristopher Norris ve Toril Moi) ayrı ayrı konferans-söyleşiler gerçekleştirilir ve bu etkinlikler daha sonra bir araya getirilerek “Teoriden Sonra Hayat” başlığıyla kitaplaştırılır. (“Teoriden Sonra Hayat”- Derleyenler: Michael Payne-John Schad. Agora Yayınları) Başta edebi çalışmalar (edebiyat teorisi) olmak üzere, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren yoğunlaşan ve ‘ezber bozan’ bir mahiyet kazanan kaotik süreç (geçiş dönemi) de göz önüne alınmak suretiyle, ‘teori’ ile ‘hayat’ arasındaki ilişkiyi sorunsallaştıran bir anlayışından yola çıkılan bu etkinliklerde, hayatın ‘teorinin peşinden’ (ne kadar) gelip gelmediği, hayatın ‘teoriyi taklit’ (ne kadar) edip edemediği gibi soruların peşinden gidilir. Konferansların ardından yapılan söyleşilere görüş, düşünce ve sorularıyla katkı koyan dinleyicilerle birlikte interaktif bir tartışma ortamı yaratılır ve “sorumluluk alma”dan “bilim yapma”ya; “unutmayı unutma”dan “düşünme”, “düşünmeme”, “inanma” ve “deli olma”ya kadar çeşitli başlıklar irdelenir. Sonuç itibarıyla bu türden zihin jimnastiklerinin, gerek “ezberciliğe karşı durma”da ve gerçekliğe gidilen yolda, gerekse de “muhalif bir siyasi kimliğin” kuşanılmasında ne denli belirleyici olduklarının altı çizilir.
Değişimin ve sınırsız deneysel çeşitlemelerin adeta kutsandığı, büyük anlatıların sona erdiğinin ilân edildiği, kurumsal ve işlevsel anlamda siyasette ciddi boşlukların ve kaymaların yaşandığı, edebiyatın geleceğinin sorgulandığı ve bütün bunların siyasal-toplumsal-kültürel alanlarda yansımalarının söz konusu olduğu günümüz dünyasında, bütün iddialarına rağmen, ‘teori’ (bunu felsefe, düşünce, ideoloji ve hatta edebiyat olarak da okumak mümkün) eksenli bir tartışma acaba neyi ifade ediyordu? Ya da böyle bir tartışmanın siyasal-toplumsal-kültürel alanlardaki, daha geniş bir ifadeyle hayattaki, karşılığı ne(ler) olabilirdi? Bu konuda yanıtlar muhtelif olsa da, “teoriden sonra hayat” cümlesinin ürkütücü kapsamı, yaklaşımlarda bulunurken kes(k)inlikten çok, kuşkuculuğa kapı açıyor. Neden mi? İşin sırrı, “teoriden sonra hayat” başlığında yer alan ‘sonra’ kelimesinde gizli galiba. Şundan ki, bu ağır cümlenin (öyle ya, bir ucunda teori diğer ucunda hayat) ortasında oldukça hafif ve basit gibi duran ‘sonra’ kelimesi; ayrımladığı zamanda olsun, alanda, olay ve olgularda olsun, aynı anda ‘önce’yi (biteni ya da eskide kalanı) ve de onun ardından ‘gelen’i (yeni olanı) hem ayrı ayrı ve hem de birlikte işaret eden, bu nedenle de bu iki safhayı hem birbirinden ayıran kes(k)inliğe ve hem de birbiriyle ilişkilendiren ve bir başka aşamaya (anlamaya ve anlamlandırmaya) yönlendiren esnekliğe ve geçirgenliğe sahip. Bir başka biçimde ifade edecek olursak; ‘sonra’ kelimesi hem bir ‘kopma’ hem bir ‘süreklilik’, hem bir ‘bitiş’, hem bir ‘başlangıç’, hem bir ‘uçurum’, hem de bir ‘köprü’ ve ‘kavşak’ olma halini içeriyor. ‘Teoriden sonra hayat’ gibi ürkütücü ve gökyüzünde gezinen bir cümleyi, yeryüzüne indiren ve güncel kılan da ’sonra’nın, ona bakışın durduğu yer ve mahiyetiyle de ilişkili, ‘ağır’lığı olsa gerek.
Nitekim adı geçen çalışmayı derleyenlerden John Schad da kitaba yazdığı önsözde, bu noktanın altını çiziyor ve burada kullanılan ‘sonra’ kelimesinin aynı anda hem bir “son”, hem “zaman içinde sonra gelen”, hem “peşinden gelen” ve hem de “taklit” anlamında okunabileceğini ima ederek bir adım daha atıyor ve “Hayat, teorinin peşinden gelebilir mi? Hayat hiç teoriyi taklit edebilir mi?” gibi soruları gündeme getiriyor. Adeta bir alacakaranlık kuşağına giren dünyamızın hal-i pür melâliyle örtüşen bu ‘sonra’lı (bu arada şimdilerde bu ‘sonra’ halini işaret eden ne çok ‘post’ ön ekli kavramsallaştırmaların yapılmakta olduğunu da hatırlayalım) ve daha birçok yanıtı aranan sorular ardı sıra çoğala dururken galiba en çok ( Schad da buraya parmak basıyor) modern düşünce (bunu siyaset-kültür olarak genişletmek de mümkün) dünyasının gökyüzünde gezinen o “teori kuşu”nun, bugün itibarıyla artık vurulup düştüğü ya da “ölü bir albatros gibi” parçalanarak ömrünü tamamladığı mı; yoksa Hegel’in ‘Minerva baykuşu’nun kanatlarını açmak ve yeniden uçmak için alacakaranlığın çöküşünü beklemesi gibi, o da yeni “zafer uçuşları” yapmanın hazırlığı içinde mi olduğu merak ediliyor. Bu bağlamda ardı sıra üretilen ve içinden çıkılmaz labirentlere dönüşen kitap sayfalarında tartışmalar sürüp giderken, bir yandan da hayat dinamik ve değişken bir süreç olarak yaşanıyor ve ‘teori’ ile ‘hayat’ arasındaki ilişkiyi ‘sonra’ ile kuran cümleyle (“teoriden sonra hayat) güncellik kazanan bir problematik halini alıyor.
Bu karmaşık ve gerilimli süreç karşısındaki siyasal-toplumsal saflaşma ve ayrışmanın en dikkat çekici yanı ise bugüne kadar ‘ideolojik’ (ideoloji) temelde yerini çok kolay bulan ve birbiri karşısında konumlanan Sağ ve Sol’un, içinde bulunulan yeni dönem ve koşullar itibarıyla aynı keskin ayrışmayı gösterememesi, hatta geleneksel siyasetlerin kimi hallerde bilinenin aksine paradoksal biçimde yer değiştirmeleri oluyor. Moda deyimle ‘ezber bozan’ ve ciddi bir kafa karışıklığına yol açan bu sürecin en çok Sol’u vurması ise, söz konusu zemin değişikliğinin ve bunun ortaya çıkardığı koşulların Sol tarafından algılanmasında ve buradan hareketle siyasal-toplumsal tavır belirlenmesinde sergilediği yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Şöyle ki, bu aşamada Sol; tarihsel konumunu ve misyonunu idealize ederek güncel olana gözünü kapamak; güncel olanı idealize ederek tarihsel konumunu ve misyonunu tümden terk etmek veya tarihsel konumu ve misyonu ile güncel olanı bir araya getirerek ‘sonra’sında yeni açılımlar ortaya koymak seçenekleri arasında gidip gelirken, aynı anda Sol adına yapılan her tercih bu çatı altında yer alan bir diğerini Sol olmamakla suçlar hale de gelebiliyor. Bu durum ise Sol’u kendi içinde ve dışında bir kez daha yeniden tartışılır hale getiriyor ve işte tam da burada “teoriden sonra hayat” cümlesi bir sorgulamanın, yüzleşmenin, (öz)eleştirinin ve yeniden inşanın temel problematiği olarak gündeme oturuyor.
Görünen o ki yirminci yüzyıl sonu itibarıyla başlayan ve o günlerden bugünlere devam edegelen kaotik süreç, modern siyasetin bildik (Sağ-Sol) ayrımını belirleyen muhtevasının yeniden inşasını zorlayan bir mahiyet arz etmekte ve bu da Sol’un değişkenlik taşıyan bu yeni durumu (‘sonra’lık halini) “ontolojik araçlar”ıyla (kuramsal kapsamıyla) okumasında ve siyasal pratiğe dönüştürmesinde sıkıntılara yol açmaktadır. Nitekim Sol adına kaba bir milliyetçilikle buluşulması ve buradan hareketle sırf ‘ulusal aidiyet’ler öncelenerek farklı kültürel-etnik grupların hak ve özgürlük talepleri karşısında baskıcı ve ırkçı tavırların benimsenmesi; veya yine Sol’un ‘evrensel motto’larını savunmak adına politik-toplumsal hareketlilik karşısında gerekli açılımları göstermek yerine, ideolojik-örgütsel bağnazlık içine girmesi, veya değişimin sarhoşluğuna kapılarak kendini tümden inkâr eden bir savrukluk hâli yaşaması da işte bu ‘sonra’lık halinin yeterince anlaşılamamasından (onu ‘sonra’sız kılmasından) ve siyasal pratiğe dönüştürülememesinden kaynaklanıyor olsa gerektir.
Şu da var: “Teoriden sonra hayat” ve ezcümle ‘edebiyattan (yazardan) sonra hayat’ üzerine (Sol) merkezli düşünmek bil vesile, Marx’ın dünyayı-hayatı sadece anlamak ve yorumlamakla yetinmek değil, aynı zamanda onu değiştirmek gerektiği ünlü tezini (11.Tez) de gündeme getiriyor. Bir birlikteliğe ve bunun önemine işaret eden (teori-pratik birlikteliğe ve önemine) bu önerme, Sol’un amentüsü olduğu kadar baş ağrısı sebebi de oluyor galiba. Buradaki sıkıntı ise sadece birinin diğerine baskın kılınmasından (teorinin pratiğe ya da vice versa) değil, ikisinin bir aradaki (birlikteki) ilişkiselliğinin ve işlevselliğinin mahiyetinin bugünün koşullarında ne olacağından kaynaklanıyor.
Arayışlar, tartışmalar devam ede dursun, günümüzde Solun teorik-pratik muhtevası ve önermeleri, yaşamın geçmişten bugüne seyreden dinamik ve değişken sürekliliğini kuşatabildiği, o değişim ve dönüşümü kendi içinde gerçekleştirebildiği ve de somut seçenek olarak ‘sonra’ya taşıyabildiği oranla hayatla buluşabilecek ve ancak o zaman tercih sebebi olabilecektir.
*İllustrasyon: Davide Bonazzi