İhtilaflar durumunda, görüşmelerin, zirve tarzında olması ve başka coğrafyalara taşınmasının hem pozitif hem de negatif yanları vardır. Bu formasyonda görüşmelerin en büyük avantajı; ihtilaf yaşayan tarafların, yoğun geçen müzakere süreçlerinde ortak yanlarını iyi kavraması ve görüşmelerin manipülasyonlardan ve dezenformasyonlardan uzak bir atmosferde gerçekleşmesidir. Buna ek olarak uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmek de bu avantajlardan biri olarak gösterilebilir. Bu tarz görüşmelerde beklentilerin tavan yapması da çıkacak sonucun olumsuz olması durumunda dezavantaj olarak görülebilir. İhtilaf yaşayan taraflar, yaratılan beklentinin enkazı altında kalabilir…
Evet, Mont Pelerin’in ikinci ayağı, önceki akşam saatlerinde Kıbrıs’ın her iki yakasını birleştirdi. Boğazımıza dolanan dikenli tellerin arasından geçip, ara bölgede buluşan Kıbrıslılar, gerek birbirleri ile gerekse Kıbrıs ile barışmak ve bu adayı çok kültürlülüğün merkezi yapıp yaşamın her boyutunu türlü renge boyamak için iradelerini ortaya koydu, seslerini Mont Pelerin’e ulaştırmaya çalıştı. Akşam saatlerinde İsviçre’den gelen haberler, bir kere daha Shakespeare ve Friedrich Nietzsche’yi haklı çıkardı. Ne de olsa 2004’te yaşadığımız duygusal yıkımın etkisi henüz geçmemişken, tavan yapan umutlarımız Nietzsche’nin dediği gibi en büyük kötülüğe dönüştü ve yaşadığımız işkenceyi uzattı. Shakespeare’in yüzyıllar önce vurguladığı gibi, beklenti; bugün yaşadığımız hayal kırıklıklarının kökü oldu…
Gerek BM’ye yakın diplomatlar, gerekse Kıbrıslı tarafların açıkladığı 5 başlıktaki tarihsel yakınlaşmalara rağmen masanın çökmesine sebep neydi? İlk açıklama Kıbrıs Türk Liderliği tarafından yapıldı. Masanın çökmesine sebep olarak Güney’in “maximalist” yaklaşımları gösterildi. Peki, T.C tarafından bu ülkenin tüm yaşamsal unsurlarını, manevi değerlerini, toplumu bir arada tutan harcını tehdit eden dayatmaları için bile “maximalist talepler” şeklinde bir niteleme aynı kaynak tarafından yapılmazken, Güney’in talebi ne kadar karşılanamaz, anlaşılamaz ve hissedilemez bir talepti ki “maximalist” oluyordu?
Bu ucu açık açıklamanın detaylandırılması Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Barış Burcu tarafından yapıldı: Yeni toprak düzenlemesine göre geri dönecek Kıbrıslı Rumların sayısı 78-92 binde tutulmak isten-miş. Toprakta biz yüzde 29.2’ye düşmüş-üz, dönüşümlü başkanlık için tatmin edici bir yanıt yok-muş… Uzlaşı ve barış dilinden uzak bir üslupla, gemileri yakacak türden yapılan açıklamalar akla şu soruları getirdi: Akıncı ve ekibinin “evet” dediği Annan Planı’ndaki kurucu devletlerin idari sınırlarını belirleyen yüz ölçümleri ve yer değiştirecek Kıbrıslı Rum oranı nasıldı? İşte bu noktada büyük bir çelişki söz konusu. Annan Planı’nda yüzde 28.7’ya evet derken nasıl masaya yüzde 29.2 gibi bir oran konuyordu. Annan Planı’nda 86 bin Kıbrıslı Rum’un dönmesi kabul edilebilirken nasıl 78-92 bin arası Kıbrıslı Rum’un dönmesi kabul edil(e)mez oluyordu? Üstelik yüz binlerce Kıbrıslı Rum yerinden edilmişken ve olası bir referandumda bunun ne kadar önemli olacağı Akıncı gibi öngörülü bir siyasetçi tarafından iyi bilinirken, buradaki talepler neden “maximalist” olarak tanımlanıyordu?
Barış Burcu’nun açıklamasının ardından ise dün gün boyu Güney basınında çeşitli iddialar ortaya atıldı. Kıbrıs Rum kaynaklarına göre, Kıbrıs Türk tarafının, muhtemel bir çözümde Omorfo'nun Kıbrıs Rum idaresindeki bölge olmasını reddetmesinin BM gözetimindeki barış müzakerelerinin yıkılmasına yol açtığı öne sürüldü. Gazeteci Sami Özuslu’nun bugünkü köşe yazısında belirttiği bir başka önemli yorum ise Ankara’nın, İkinci Mont Pelerin zirvesine onay vermeyiş oluşu ve dün gece Türkiye’nin “masayı bozun” telkinleri… Mont Pelerin’in ilk ayağında başlıklarda yakınlaşmalar yaşandığı BM’ye yakın kaynaklar tarafından onaylanırken, T.C Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “2008’de ben geldim ve Güzelyurt asla verilemez dedim. Bu noktadaki duruşumuzda bir değişiklik yok” şeklinde açıklama yapması da dün gibi akıllarda… İddiaları güçlü kılıyor…
Tüm bunların cevabını belki Eide’nin raporunda bulacağız belki de hiç bilemeyeceğiz. Lakin şunu hatırlatmakta fayda var: Akıncı ve ekibi, masanın çökmesine göz yummak yerine Anastasiadis gibi 1 hafta süre isteyip bir ara formül yaratabilirdi. Bu noktada keskin bir tavır sergilemek, gemileri yakacak nitelikte, diplomasi ile alakası olmayan açıklamalar yapıp süreci kazan-kazan prensibinden “blame game”e yöneltmek; bu ülke insanın kaygılarını anlamamaktır, geleceğini elinden almaktır, korkuya teslim etmektir. Her şeyden önce seçimde oy kullanan yüzde 60’ın desteği neden verdiğini unutmaktır. Akıncı, yüzde 60 gibi bir oran ile seçilirken, sadece gidip Anastasiadis’i ikna etmesi için seçilmedi. Cesaret sahibi olduğu için seçildi, varsa eğer TC’nin baskılarına boyun eğmeyeceği düşünüldüğü için seçildi, “problem solver” olduğu için seçildi ki hala daha kendisine güvenmek istiyorum...
Halen geç kalınmış değildir. Kıbrıslı halklar, sürece angaje olmuştur, her iki lidere desteği vardır, bu sürecin öznesi olmaya hazırdır… Kıbrıs Rum tarafı yaptığı açıklamada toprakta uzlaşılması durumunda 5’liye gitmeye hazır olduğunu yinelemiştir. Müzakereler çökerse buna bulunacak kılıflara, suçlama oyunlarına bu ülke insanın karnı artık toktur. Mont Pelerin’in birinci ayağı sonrası yazdığım köşe yazımda belirttiğim gibi olacak olan kristal bir avize kadar berraktır; ya diplomat ve diplomasi mezarlığı olarak anılan Kıbrıs Sorunu’na yeni mezar(lar) eklenecek, ya da anka kuşu misali küllerimizden yeniden doğacağız. Ya her iki lider tarihe geçecek ya da Kıbrıslıların hayal kırıklıklarının öznelerinden olacaklar. Tercih sizin ekselansları…