Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com
“Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,
her gün aynı yoldan yürüyenler,
yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
...... tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
..... yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar” (1)
Ünlü şair Pablo Neruda, “Ağır Ölüm” adlı şiirinde okumayan, alışkanlıklarının esiri olan, heyecandan kaçınanve hep mantıklı davranan insanların yavaş yavaş öldüklerini söyler. Şiiri her okuyuşumda değişik bir tat alarak geçen yılların verdiği tecrübelerle Neruda’ya hak verirken farklı şeyler de keşfediyorum; son okuyuşumda terk edemeyen insanların da bu ağır ağır ölenlerden olduğunu keşfetmem gibi. Terk edemeyen, terk edemediği kişi onun yokluğunda öleceği için kendisini ölüme mi mahkum ediyor yoksa eski ve korunaklı hayatını yeni ve belirsiz bir hayal için tehlikeye atmak istemediğinden mi yaşamayı bırakıyor bilemiyorum ama iki durumda da Neruda’nın deyimiyle ağır ağır ölüyor.
Bağlanmak birey için bir ihtiyaç;bir ağaç gibi köklerimizi toprağın derinliğine salarken bulunduğumuz yere, içine doğduğumuz aileye, kültüre ya da sevgilimize bağlanarak “bir yerde” kök salmaya çalışıyoruz. Bu yer bazen partnerimizin sevgisi, bazen yaşamak zorunda olduğumuz şehir bazense günümüzün önemli bir bölümünü geçirdiğimiz iş yerimiz oluyor. O “yer” neresi ise, insan kendine orada güvenli bir sığınak arıyor.
Peki bu bağlanma fikri bize güven verirken bizim yaşam arzumuza bir katkısı oluyor mu yoksa güven arzu ile sonsuza kadar yer mi değiştiriyor?
Bazen bağlılık insana kendini köle gibi hissettirmeye başlar; siz bir kişiye bağlanıp var olmaya çalışırken, bir anda ona muhtaç bir köleye dönüşürsünüz. Bağlılık artık karşılıklı ya da tek taraflı bağımlılık olmuştur.
Bu noktada – tabii eğer bunu fark etme noktasına varacak kadar şanslıysanız- yapmanız gereken seçim yapmaktır; terk edebilmek veya kalmak; yaşamak veya yavaş yavaş ölmek arasında bir seçim. Terk etme hissi, belki bir aydınlanma kadar radikal bir bilinç açılımı gerçekleştirmez ama insanın bir anlamda uyanmasını sağlar. Shakespeare’in dediği gibi eğer dünya bir oyun sahnesi ise, terk edebilme gücü, kabiliyeti bireye yeni bir sahnede yeniden rol alabilme hakkı verir. Eski rolün kişiye yüklediği sorumluluk ve alışkanlık;her gün aynı yollardan işe gitmekten tutun da aynı günü aynı şekilde defalarca yaşamak, insanın sadece yaşama heyecanını almaz, insana fark ettirmeden onu yavaş yavaş kanatarak öldürür. Birey yaşadığı monoton hayatı, bir hayalinin peşinden koşmanın verdiği belirsizliğe yeğler halbuki yaşamak için bırakabilmek gerekir.Bir kez terk etme cesareti geldi mi, kişi dünyada başka şekilde var olabilme hakkı kazanır ve farklı bir hayata sahip olabilme farkındalığı ile birlikte uyanır. Ama o cesaret gelmezse, bir şeye, kişiye hatta fikre bağlılık kişiyi zincirler ve bu zincirler zaman zaman bireyi sıksa da, alışkanlığın sonucu olan duyarsızlaşma ile beraber onlar da unutulur ya da hissedilmemeye başlanır.
Zincirler unutulunca ne mi oluyor? Artık partnerinizle onu sevdiğiniz için değil de onunla yaşamaya alıştığınız için beraberliğinizi sürdürürsünüz. Aşkın, isteğin yerini matematiksel hesapların, yılların hatrının aldığı, bir tarafın muhtaç olması ve diğerinin bundan egosunu tatmin etmesiyle süren ilişkilerin içinde bulunursunuz. Bir ilişkiyi sürdürmek için, iyi eş, iyi anne, iyi evlat olmak için “olmanız gereken” amaolmadığınız insana dönüşürsünüz. Artık güzel evleri, arabaları, çocukları olan, her gün aileleri ile çekilmiş boy boy fotoğrafları sosyal medyada paylaşarak, ruh ikizi olmanın verdiği mutluluğu her an herkese ispatlamak ihtiyacında olan biri oluverirsiniz. Çünkü terk edememenin verdiği acı ancak böyle iyileşir; daha büyük bir ev, daha yeni bir araba alarak, bir çocuk daha yaparak, çocukları her yıl daha pahalı bir okula göndererek vegünler boyunca herkesin telefonlarına gömüldüğü tatillere giderek... Kanama devam ettiği sürece, yeni çareler aranmakta ve arandığı sürece de bulunmakta. Birey daha “kaliteli, güvende, sakin” yaşamak uğruna yavaş yavaş öldüğünühissedemeden bazen eski bazen yeni nesnelerle doyuma ulaşmakta.
“Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.” (2)
Söz konusu öznelerinin kendilerine yabancılaşması ise olağan sonuç. İçinde bulunduğumuz kapitalist toplumsal sistem bireyi kendi doğasına yabancılaştırır. İnsan kendi emeğine, yaşamına, ilişkilerine kısacası kendisine yabancılaşır. Birey ideal hayata sahip olan, değilse de öyle olduğuna dair rol yapan ve böylece toplumun mükemmel işleyen bir çarkı haline gelir; bir anlamda azalırken bir anlamda çoğalır. Bu “ideal” hayatlara sahip “mutlu” bireyler bazen yabancılaşmalarının farkına varıp kendilerine ait olmayan rollerden, istemedikleri sorumluluklardan kurtulup koşarak kaçmak isterler ve burada da cesareti/cesaretsizliği ile yüzleşirler.
Bu noktada ortaya çıkan “Uyuyan, mutlu görünen, farkındalığını, bireyselliğini bir yana bırakıp alışkanlıklarının kölesi olmuş birey olmak mı” yoksa “Ayılmaya çalışan terk edebilen, terk ederken özgürlüğüne, kendi benliğine kavuşan sil baştancıya dönüşmek mi daha kolay” sorusu da çoğunlukla korkakça cevaplanıyor. Birey alıştığı hayata; bir başkasının hayatında bazen bir detay bazen o hayatı tutan temel olmaya devam ediyor.
İnsanın kendi yaşamında başrol olması bu kadar imkansız bir fikir olmamalı. Evet her dairenin yuvarlak olması gibi kesin yargılardan bahsedemiyoruz konu insan olunca ama bir hayat yaşamanın bedeli de kendine, duygularına, arzularına, fikirlerine yabancılaşmak olmamalı.
Gidememek, kalırken hissedememek, yaşayamamak, heyecanlanamamak, aynı kalp ritmiyle her günü geçirmek, durup çürümek değil yaşamak. Yaşamak nefes alıp vermekten daha fazlası olmalı; Nazım Hikmet’in dediği gibi;
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından”. (3)
Kaynakça:
1. Neuda, Pablo. Seçme Şiirler. (Yön Yayıncılık, İstanbul).
2. Marx, Karl. 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları.
3. Hikmet, Nazım. Bütün Şiirleri (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul).